27 Ağustos 2014 Çarşamba

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley
İthaki Yayınları
Çeviren: Ümit Tosun
333 Sayfa
Puanım:★★★

Herkes herkese aittir.


    Cesur Yeni Dünya'ya hoş geldiniz. Kemerlerinizi bağlayın. Özgürlüklerinizi olduğu yere bırakın. Aşkmış, sevgiymiş, hüzünmüş, ahlâkmış, onlar da ne öyle! Atın atın, hepsini atın. Çok gereksizler. Burada herkes mutlu, kimsenin düşünecek zamanı bile yok. Aaa yapmayın, çekingen olmayın canım. Geldiğiniz yerden hiç de farkı yok burasının. Siz orada gölgesini gördünüz belki ama artık gerçeğiyle tanışma vakti. Acele edin!


    F.S* 632 yılında yani 26. yüzyılın Londrası'nda  geçiyor hikaye. Başlamadan belirtmek istiyorum, kitabın bilim kurgu olduğuna itiraz etmem ama bana biraz daha kabuslar ile dolu bir kehanet gibi geldi. Ayrılmış vahşi bölgeler hariç dünyanın tamamında totaliter bir rejim kurulmuş. Savaşlar ve hastalıklar yok edilmiş. 'Uygarlık' alabildiğine istikrarlı bir şekilde hüküm sürüyor. Bu uygarlıkta anne-baba yok. Ebeveyn kavramı müstehcen ve ayıp algılanıyor.  İnsanlar Kuluçka ve Şartlandırma Merkezlerinde seri şekilde üretiliyor ve embriyonun gelişim süresince çeşitli müdahalelerle sınıflara ayrılıyor. Toplum alfa, beta, gama, delta ve epsilon şeklinde zeka seviyelerine göre sınıflandırılmış vaziyette. Üretimi robot gibi olan insanın hayatı da bir robottan farksız durumda. Merkezde üretilen insanların yaşayacakları hayatlar önceden çiziliyor. Bokanovski denilen bir yöntem sayesinde döllenmiş yumurtaların gelişimi durdurularak tomurcuklanması sağlanıyor ve böylece tek bir yumurtadan bir sürü birbirinin tıpatıpı insanlar üretiliyor ve çeşitli üretim fabrikalarında işçi, daha gerçekçi olmak gerekirse köle olarak kullanılıyor. Tabii böyle bir uygarlıkta sanat, bilim ve kitaplar da yok. 

    Oluşturulan toplumda herkes mutlu. Aslında insanların tamamı sahte bir mutluluk çukuruna gömülmüş durumda; ama bu sahte mutluluk sistemin içindeki insanlara öyle bir işlenmiş ki hiçbiri farkında bile değil. Bireyselliğin olmadığı toplumda, kişilik tamamen tahrip edilmiş ve insani duygulardan arındırılmış bir yaratık oluşturulmuş. Hayatın temeli hedoizm; yani hazcılık üzerine kurulu. Tabir-i caizse herkes uçkur peşinde. Herkes istediği kişiyle beraber olabiliyor. Bir insana bağlanmak tuhaf karşılanıyor. Kötü hissetmeye de asla yer yok ama olur da kötü hissederseniz çaresi var. Devlet tarafından yasal üretilen ve dağıtılan 'soma' adlı uyuşturucu alıyorsun ve kafan tamamen boşalıyor. Böylelikle zaten düşünemeyen beyinler daha da uyuşturuluyor. Peki, katı bir kast sistemine sahip  ve her türlü sevginin, aşkın, ahlakın yok edildiği bu toplulukla düzen nasıl sağlanıyor? Hipnopedya sayesinde. Doğduğu andan itibaren tüm insanlara uykularında belirli bir basmakalıp söylemler dinlettiriliyor ve uykuda eğitim sayesinde insanlar söylenenlere inandırılıyor. Bu şekilde toplumsal istikrar korunuyor. Örneğin bir beta kendi sınıfından memnun, asla sınıfını veya hayatını sorgulamıyor. Bu anlatılanlar benim kulağıma hiçte yabancı gelmedi. Yaşadığım dünyaya bakınca, insanların insan olduklarını unuttuğunu hemen hemen her yerde görünce, Aldous Huxley'in ne kadar ileri görüşlü bir yazar olduğunu anladım.
     Bu  kitapta o kadar çok konuya değinilmiş ki içlerinden bir kaç tanesinden bahsetmek istiyorum; çünkü kitabın alınıp okunması taraftarıyım, hatta kitabı henüz okumadıysanız hemen bir kitapçıya koşun derim. Cesur Yeni Dünya okumayanın çok şey kaybedeceği bir kitap. Pamuk eller kitaplara. :) 

    Evet, öncelikli olarak hipnopedya ile yapılan algı yönetiminden bahsetmek istiyorum. Cesur Yeni Dünya toplumuna uygulanan algı yönetiminin şu anki dünya toplumuna da birçok vasıta ile uygulandığını düşünüyorum. Televizyon ve internet bunun başını çekiyor. İnsanların değer yargıları değiştiriliyor, düşünmeleri engelleniyor. Doğru veya yanlış ayrımında çok fazla karmaşa mevcut ve bu karmaşıklık git gide artıyor. Kimse doğru veya yanlış ayrımı yapmıyor/yapamıyor. Davranışlar sorgulanmıyor. Belirli bir kılıflara uyduruluyor. Aynen kitaptaki gibi hazcılık hayatın sanki tek gerçeğiymiş gibi gösteriliyor. Geçmişten beri insanların sığınağı olan kitaplar bile bazı yeni çıkan kitaplar sayesinde artık bu algı yönetimine hizmet ediyor. Kitabı okurken yazılanları kendi yaşadığım dünya ile örtüştürmemem imkansızdı ve zihnim git gide karanlığa gömüldü. Geleceğe dair olan umut ışıklarım söndü. Artık elde avuçta kalanlar ise sadece umut kırıntıları...

    Kitapta benim ilgimi çeken diğer bir yön ise tüketim. İnsanlar çocukluktan beri deli gibi tüketmeye şartlandırılmış durumdalar. Eskidiyse at gitsin. Hemen yenisini al. Günümüzün marka-moda çılgınlığı gibi sınırsız bir tüketim var. Tüket tüket ve gezegeni yok et. Cesur Yeni Dünya'da boş zamanında öyle kitap okumak, düşünmek hatta arkadaşlarla muhabbet etmek bile yok. İnsanlar golf veya duyusal haz filmleriyle vakit geçiriyor. Ölümden bile toplumsal fayda güdülüyor ve fosfor elde edilmek için ölüler yakılıyor. Ölüm korkusunun izleri silinmiş durumda ve insanlar ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Şuan ki dünyada da bu durum pek farksız değil. Öleceğini bile bile yaşayan tek canlı insandır, ama günlük meşgalede bu durum asla aklımıza gelmiyor; zevkler, ihtişam, para ölümü sürekli maskeliyor. Doğal olarak yaşama içgüdüsü her zaman baskın gelebilir ve böyle olması gereklidir ancak ölümü hatırlamak hayatta daha az hataya düşmemize yarar. En azından 'vicdanlı' bireyler olmamızı sağlar; çünkü vicdan ruhun aynasıdır.


    Benim kitap hakkındaki diyeceklerim bunlarla sınırlı değil aslında. Bahsetmediğim, bahsetmekten çekindiğim birçok şey var ama daha fazla yazarsam kitabı büyüsünü bozmaktan korkuyorum. Sadece kitabın başında akıcılıkta çeviriden kaynaklı bir sorun hissettim, ama sayfalar ilerledikçe çeviri daha duru bir hale geldi ve sayfalar akıp gitti. Ufak bir yazımla sizlere veda etmek istiyorum. Mutluluk hayatın tek amacı olmamalıdır. Hayat sadece tek bir duygu ile değil, duygular denizine yelken açıldığında insana keyif verir. Acı, insanı olgunlaştırır. Hüzün, direnmeyi öğretir. Aşk ise ah aşk hayatın ta kendisidir. 

     Esen kalın, herkese keyifli ve bol okumalı günler diliyorum. :)

*F.S: Henri Ford'un "T" modeli otomobili ürettiği yıl milat kabul edilmiştir.

Altını Çizdiklerim 
  • Eğer doğru kullanırsan sözcükler X ışınlarına dönüşebilirler -her şeyi delip geçerler. Okursun ve delinirsin.
  • Eğer farklıysan, yalnızlığa mahkum oluyorsun. Yalnız olana acımazsız davranıyorlar.
  • İnsan mutluluk konusunu düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu! 
  • Çok hoş, dedi Denetçi. Fakat uygar ülkelerde, uğrunda çapa yapmadan kızları elde edebilirsiniz; üstelik sokan sinek ya da sivrisinekler de yoktur. Yüzyıllar önce köklerini kazıdık.  Vahşi kaşlarını çatarak başını salladı. Köklerini kazıdınız. Evet, kesinlikle sizin tarzınız. Katlanmayı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü kazımak. Hangisi daha onurludur usumuzca, acımasız kaderin sapan taşları ve oklarına katlanmak mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son ver mi dert yağmuruna... Ama siz bunların hiç birini yapmıyorsunuz. Ne katlanıyorsunuz, ne de karşı koyuyorsunuz. Yalnızca sapan taşları ve okları siliyorsunuz yeryüzünden. Kolayına kaçıyorsunuz.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Kaplumbağalar - Fakir Baykurt

Kaplumbağalar
Fakir Baykurt
Literatür Yayınları
363 Sayfa
Puanım:★★★
___________________________________________________________________________

 Oturup yazdım.  Kaplumbağalar odur onlarındır.
   Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işleriyle uğraşan okuryazarlarımız, yumrukçu, ya da nemegerekçi aydınlarımız okuyacaklar. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar, bilmiyorum. Ama ben romanımı 
asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumalarını, severlerse onların sevmelerini, ıslıklarsa onların ıslıklamalarını isterdim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirirdi. 
Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur. 
Gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğlanlar doğar!                                                               
___________________________________________________________________________    
    Bu topraklardan, buram buram Anadolu kokan kitap okumayı özlemişim. Bizden hikayeler okumayı, sokağa çıksam sanki karşımda beliriverecekmiş gibi gelen karakterler ile bezenmiş kitapları seviyorum. Ve doğal olarak bu özelliklerin hepsine sahip olan bu kitabı ben çok sevdim.

   Bütün özellikleriyle tam bir köy romanı. İç Anadolu'nun kıraç bozkırlarındaki sahipsiz bırakılmış küçük bir köy olan Tozak'ta geçiyor olaylar. Köy Ankara'nın yanı başında olmasına rağmen adeta unutulmuş. Ne suyu var ne de güzel bir yolu. Ağacı, bağı, bostanı bile yok. Köylüler ancak dize kadar yetişen buğdaylarla geçinmeye çalışıyorlar. Bazen evlerde pişen tek yemek bulgur oluyor. Köyün bir de akıllı delisi var: Kır Abbas. Huysuz ve inat bir yaşlı ama hiç kimseden korkusu yok. Mert ve sağlam duruşundan hiç ödün vermiyor. Köyün bir okulu hatta ve hatta öğretmeni yok. Köylü çocukların eğitimlerini köy ahalisinden Eğitmen Rıza veriyor. Bir gün Eğitmen Rıza'nın aklına parlak bir fikir geliyor. Kasabada eğitmen olmak için aldığı eğitimlerde öğrendiği bağcılığı, bu ağaçsız ve kıraç köye uygulamaya çalışıyor. Bin bir emek ve gayretle bağ dikiliyor. İşte köylünün başına ne geliyorsa bundan sonra geliyor. Köye gelen memurlar, köyün  fakir ama mutlu yaşantısına çomak sokuyorlar. Köylülerin bürokrasi ile amansız ve bir o kadar da çaresiz savaşı başlıyor.

    Kitabın en temel özelliği gerçekçilik. Köylünün yaşam mücadelesi alabildiğine doğal olarak anlatılmış. Süsleme veya özendirme asla ve asla yok. Köylülerin arasındaki konuşmalar tamamen köylü ağzı ve yerel kelimelerle yazılmış. Bütün diyaloglar gerçekçi ki hatta köye gelen devlet memurlarının konuşmalarında bile en ufak sırıtma yok. Fakir Baykurt, okuyucuyu sanki o köye götürüyor, köyün insanlarıyla tanıştırıyor. Kendimi köye misafir olmuş, onlarla birlikte bütün bu olayları yaşamış ve İç Anadolu'nun bildiğim o yazınki dik sıcağını hissetmiş gibiydim. Köylü hep cahil kalmış, ''Hökümetimiz en iyisini bilir'' demiş. Hayata tamamen teslimiyetçi bakmış. Bürokrasinin önünde boynu hep kıldan ince kalmış. Günümüze gelirsek aslında değişen bir şey olmadığını görüyorum. Köylüler: ''İstanbul'un taşı toprağı altın demiş'' gelmiş, büyük şehirlere yerleşmişler. Köylülük bitmiş, aradan kuşaklar gelmiş geçmiş; ama değişen bir şey yok. Ne yazık ki toplumumuzda cehalet daha hâlâ en büyük sorun. Her olaya teslimiyetçi bakıyoruz. Bilmiyorum sorun kafalarda mı yoksa eğitim sisteminde mi; ancak bir sorunun olduğu su götürmez bir gerçek. İşte böyle; yurdun hamurunu, toprağını, insanını, köylüsünü, şehirlisini çok iyi tanıyan Fakir Baykurt yazmış ta yazmış. Bana göre bir köy destanı ortaya çıkarmış. Aslında ne kadar da değerli yazarları var bu toprakların; ama popüler kültürün etkisinde kalanlar bilmiyor, keşfedemiyor. Fakir Baykurt ile bu kadar geç tanıştığım için de kendime çok ama çok kızdım.

    Bir paragrafta bana göre romanın en sağlam karakteri Kır Abbas'a ayırmak istiyorum. Tozak Köyü'nün asi, inat, deli ama bir o kadarda akıllı kişisi o. Aynı zamanda komik. Özellikle karısı Cennet Kadın ile olan konuşmaları evlere şenlik. Köylülerle ve köye gelen memurlarla olan konuşmalarından ne denli büyük fikir sahibi olduğunu gösteriyor. Köyün aydını, köyün nefesi, köyün aklı Kır Abbas. Her köye, her yere böyle insanlar lazım. Haksızlığa dur diyen, insanları uyandıran biri lazım. Ha bir de kitaba ismini veren kaplumbağalar var. Tozak Kırı'nın gerçek sahipleri, usanmadan yılmadan yaşayan, uzun ömrün sembolü kaplumbağalar. Esen kalın, bir başka kitapta daha görüşmek üzere. :)
Altını Çizdiklerim
  • Ne yaşam var kentlerde? Varsa size var! Ne geçiyor eline bizden oraya gidenlerin? ne olabiliyorlar? Kapıcı, çöpçü, hizmetçi! İstanbul, Ankara'daki avratların sidikli donunu paklayıp apartman yapılarını, garajları, caddeleri bekliyorlar. Sırtlarıyla taş çekip apartman yapıyorlar. Ama içine girip oturamıyorlar. Bekledikleri dükkanların hiçbiri kendilerinin değil. Pakladıkları donlar, bulaşıklar başkasının! Biz dünyaya çöpçü, hizmetçi olmaya mı geldik Emin Bey'im? Burda acımdan ölürüm, gitmem o domuz kentlere ki çöpçü olayım! Diyorsun ki taş devrinden kalma yemekler, tunç devrinden kalma fitilli lambalar, kağnı, karabasan, tuluk... Senin bir şeyden haberin yok ki Emin Bey'im! Yazıyorsun iki çizik, alıyorsun bin iki, bin! Bizim bu kurak topraklarda yediğimiz yemekleri bulamayanlar da var! 
  • Yook, dedi Hamdi Bey. Milleti tenzih ederim! Ölmemiştir, hem de ölmeyecektir! Şu yaz gelince damların üstünde, yıldızların altında yatanlar öyle bin canlı ki, kimse bunu bilmiyor. Bu gelinler, bu çilekeş analar, her kıtlıktan, savaştan, askerlikten sonra milleti yeni baştan fışkırtıyorlar! Çok mutlu bize ki ayrık otu gibiyiz, eşekler kemirdikçe yeniden bitiyoruz. Neden? Hep bu insanların gücünden, onların canlı suyundan! 
Fakir Baykurt

Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt 1929 yılında Burdur’da doğdu. 1948’de Gönen Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra köy öğretmeni olarak çalışan yazar, 1955’te Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Sivas, Hafik ve Şavşat’ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Parti yönetimi tarafından öğretmenlikten alınarak pasif bir göreve getirildi. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açıldı. 1960 yılındaki askeri müdahalenin ardından ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington Indiana Üniversitesi’nde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gören Baykurt, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) ve Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun (TÖDMF) genel başkanlığına seçildi. 1969 yılında Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotuna katıldığı için bir kez daha açığa alındı ve 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra uzun süre tutuklu kaldı. 

Edebiyata şiirle adım atan Fakir Baykurt, yazın hayatını toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla yazdığı kısa öyküler ve köy notlarıyla sürdürdü. Yeditepe, Varlık, Cumhuriyet, Evrensel ve Yön gibi dergi ve gazetelerde çeşitli yazıları çıkan Baykurt, 1955’te öykülerini derlediği ilk kitabı Çilli’yi yayımladı. Bunu, köy yaşamını, köylünün arzularını, sıkıntılarını ve çelişkilerini dile getirdiği hikâye kitapları ve romanları izledi. 
Yalın, şiirsel bir dil kullanan yazar, eserlerinde halka mal olmuş deyişlere ve deyimlere de sıklıkla yer vermiştir. Tırpan ile 1970 TRT ve 1971 TDK ödüllerini, Can Parası (1973) ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Kara Ahmet Destanı’yla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan yazarın Yılanların Öcü adlı yapıtı 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi.
11 Ekim 1999’da Almanya’nın Essen kentinde vefat eden Fakir Baykurt’un cenazesi, 1977’den beri yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü (1958), Irazca’nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Kamlumbağalar (1967), Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1998), Eşekli Kütüphaneci (2000) adlı romanları yanında, onlarca hikâye, şiir ve çocuk kitapları yayımlanmıştır. Kitapları çeşitli dillere çevrilmiş, Türkiye’de ve çevrildiği ülkelerde birçok ödül almıştır.

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü - Victor Hugo

Bir İdam Mahkumunun Son günü
Victor Hugo
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Volkan Yalçıntoklu
77 Sayfa
Puanım:★★★

   Kitabı okumadan önce sayfa sayısına bakarsın, dersin ki ''Kısaymış ya hemen bitiririm.'' Ve neyle karşılaşacağını kestirmeden okumaya başlarsın ama dikkat etmelisin; çünkü o kitap eğer Victor Hugo'nun kaleminden çıkmışsa seni o kısacık kitabın içine  adeta hapseder, edebiyatın en zengin biçimi ile karşılar okuru. Ölüme mahkum olmuş bir bedenin korkunç trajedisini okurken de ölüm ve hayat arasındaki o ince çizgiyi sorgulatır okuyucuya.  

Giyotin Mekanizması
    Adı sanı, hatta tam olarak niçin ölüm cezasına çarptırıldığını bilmediğimiz mahkumun, giyotin ile idama gitmeden önceki son günlerini okurken hiç bu kadar derinden etkileneceğimi düşünmedim. (Kitabın adı her ne kadar son gün olsa da aslında altı haftalık bir süreyi anlatıyor) Beni çok etkiledi; Victor Hugo'nun kalemine hayran olmamak imkansız. ''Suçu ne olursa olsun bir insan, yaşayan bir beden ölmeyi hak eder mi?'' sorusunu sorguluyor kitap.  Hem de ne sorgulama! İnsanın düşüncelerini değiştirebilecek kadar kuvvetli bir anlatıma sahip. Ölümün gerçekçiliğinin yanında, insanın hayatta kalma arzusunun ne kadar güçlü olduğunu hissettiriyor. Daha en başında, hakkındaki ceza kararı açıklanmadan önce kürek mahkumiyeti cezasına, ''Ölmek yüz kere daha iyidir!'' diyen kahramanımız, idam kararı verildikten sonra idam edileceği günü beklerken konulduğu  kasvetli ve soğuk hücresinde, yalnız başına kalıp düşüncelere dalar ve birden yaşama içgüdüsüne kapılıp, ''Kürek mahkumu olmak istiyorum. Beş ya da yirmi yıl, yahut omzumun kızgın demirler ile dağlayıp ömür boyu küreğe mahkum etsinler. Ama hayatımı bağışlasınlar! Bir kürek mahkumu yürür, gider gelir, güneşi görmeye devam eder.'' diyerek, aslına hayatta kalmanın her şey olduğunu ve tüm yaşamın da bu temele üzerine kurulduğunu çok açık bir şekilde gösteriyor bizlere. Tam da bu satırları okurken birden Suç ve Ceza'dan şu satırlar canlandı gözümde: Acaba nerede okumuştum diye düşünüyordu bir yandan da, ''İdam mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamanın, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylermiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca yaşan! Aman Tanrım, bu nasıl bir gerçek böyle! Bu nasıl bir gerçek! İnsan ne kadar alçak yaratıkmış!''* Birbirini tamamlayan iki muhteşem paragraf. İnsanın her zaman elindekilerinin kıymetini kaybedince anlayacağının kesinkes kanıtı, bu kendi hayatı olsa bile!

Giyotin ile idamın tasviri
    Biraz da Victor Hugo'nun kaleminden bahsetmek istiyorum. Ben kalemine ve anlatım tarzına hayran kaldım. Bir de kitabın 26 yaşında yazdığı ilk romanı olduğunu öğrenince de neden bu kadar övgü aldığını daha iyi anladım. Bir kaç kitabını daha okuduktan sonra Victor Hugo'nın edebi değeri  benim için Dostoyevski'ninki kadar olacakmış gibi gözüküyor. Bir idam mahkumunun, bir suçlunun ölüme adım adım gidişini, onun yaşadığı travmayı ve ölüm psikolojisi bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kısa, öz ve vurucu. Zaten bir yazar kurgu dahi olsa, yazdığın karakterin ruhsal durumunu ve hissettiği duyguları okuyucuya hissettirebiliyorsa bana göre edebi anlamda zirvededir. Hatta ve hatta bunu roman türüne dahil edilemeyecek kadar kısa bir kitapta yapıyorsa ne kadar üstün bir edebi zekaya sahip olduğunun da bir göstergesidir. Mahkumun hücreden duruşma salonuna gittiği basit bir olayı bile o kadar güzel tasvirler kullanarak anlatmış ki okumuyor, sanki yaşıyormuşum gibi hissettim. İnfazı mahkumla beraber bekledim, zamanı dakikaları, ne kadar ömrümün kaldığını saydım. Sayfalar ilerledikçe ölümün o soğuk nefesini ensemde hissettim. Onunla beraber ben de son ana kadar da yaşayabileceği umudunu yitirmedim. Belki dedim, bağışlanması için bir umut, hayatının güzelliğine sarılmak için, her gün görmekten usandığımız masmavi göğü görmesi için son bir umut. Bütün bu duyguların bu kadar derinden hissedilmesinin nedeni sanırım Victor Hugo'nun romantik akımın öncüsü oluşu.

    Benim kitap hakkında söyleyebileceklerim bu kadar. Tabii bir de çeviri var; ama söz konusu İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi olunca hiç bahsetme gereği bile duymadım. Çevirinin kalitesi çok iyi. Her şey iyi güzel ama, ''Peki kitabı tavsiye eder misin?'' diye sorarsanız eğer yazdıklarımdan ne kadar hayranlıkla okuduğum belli olsa bile ben şiddetli okunması gerektiğini söylerim. Zaten incecik; ancak kalınlığı anlam gücüyle ters orantılı bir kitap. Okuyun, okutun. Esen kalın. Keyifli okumalar. :)  

Dipnot: *Suç ve Ceza'yı okumayanlar için kitabın sonu ve içeriği ile alakası olmayan bir paragraftır, telaşa kapılmaya gerek yok. :)
Altını Çizdiklerim
  • “ Bir ölüm kararı soğuk ve yağmurlu bir kış gecesi, meşalelerin ışığında, kasvetli ve karanlık bir salondan başka bir yerde açıklanabilir miydi? Ağustos ayında, sabahın, böyle güzel bir günde bu iyi yürekli jüri üyelerinin böyle bir karar vermeleri imkansızdı! 
  • “ İdam Mahkumu! Tamam, neden olmasın? İnsanların içinde işe yarayan tek şeyin şu cümle olduğu bir kitap okuduğumu hatırlıyorum, insanların hepsi belli belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkumdurlar. O halde durumumda nasıl bir değişiklik oldu ki? 
  • “ Aman Tanrım! Gün batmadan öleceğim doğru mu? İdam edilecek kişinin ben olduğum doğru mu? Dışarıdan gelen o boğuk çığlıklar, şimdiden rıhtımlarda neşeyle toplanan o insan kalabalığı, kışlalarda hazırlanan o jandarmalar, siyah cübbeli o rahip, elleri kanlı o adamlar, bütün bunlar benim için mi? Demek burada kımıldayan, soluk alan, tıpkı herhangi bir masa gibi bu masanın yanında oturan, belki de başka bir yerde olması gereken, dokunan hisseden ve giysilerinde hala kıvrımlar oluşan ben öleceğim! 
  • “ -Delikanlı mı? dedim, sizden daha yaşlıyım; her çeyrek saatte hayatımın bir yılı gidiyor. 

##Kitap Alışverişim-3 D&R İnternet Sitesi


    Dün sabah kendime aldığım bayram hediyelerim geldi. Bir kutu dolu mutluluk. Kim demiş mutluluk gözle görülmez diye. İşte bana bakıp sırıtıyorlar :) Uzun zamandır böyle yüklü bir kitap alışverişi yapmamıştım. D&R yine jet hızıyla beni kendine hayran bıraktı Birde ara ara yaptığı güzel kampanyalar ile cezbetmeyi devam ediyor. Sipariş vermeme sözümü, almak istediğim bir kaç kitapta indirim görünce her kitapsever gibi sözümden caydım ve siparişi verdim. Pişman mıyım? Asla ve asla. Yine olsa yine yaparım. Öğrenci bütçemi kitap alarak batırmakta ısrarım devam ediyor. Durmak yok kitap okumaya devam. :) 

    Evet, neler aldığıma ve niçin aldığımdan bahsetmek istiyorum biraz da. Siparişimde en fazla merak ettiğim kitap Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Savaş filmlerine, savaşın getirdiği psikolojik duruma ilgim vardır ama daha önce hiç I. Dünya Savaşı ile alakalı kitap okumamıştım. Benim için ilk olacak. İkinci merak ettiğim kitap ise Simyacı. Hakkında ya çok övülen eleştiri okudum ya da tamamen abartıldığını söyleyen yazılar okudum. Açıkçası ben de bırakacağı izlenimi merak ediyorum. Son Ada ile takip ettiğim yazarlar arasına giren Zülfü Livaneli'nin Serenad'ı ise içlerinde en çok okumayı istediğim kitap ama önceden kararlaştırdığım okuma sıramı bozmak da istemiyorum. Bakalım hangi taraf galip gelecek. :) Notre Damme'ın Kamburu almamda en büyük etken ise Bir İdam Mahkumunun Son Günü. Kitap beni o kadar çok etkiledi ve Victor ustanın kalemine o kadar hayran kaldım ki hemen sepetime atıverdim. Kosmos ise tamamen evrene karşı duyduğum merak ve fiyatının 7.90 olduğunu görünce sepetime sızıveren bir kitap. Carl Sagan ile bazı konulardaki fikirleriyle çatışacağımı seziyorum ama farklı fikirlere açık olmak, o düşünceleri anlamak, hangi temele dayandığını öğrenmek gerekli. Tabii en başta saygılı olmak gerek. Vaiz 9.90 kampanyasından bulduğum bir polisiye, Hamlet'i ise içinde geçen bir şiirden etkilenip almak istedim. Okuma şenliği için 17.yy kategorisinde okurum. İşte benim yeni kitaplarım bunlar. :)


    Ve gelelim siparişi değerlendirmeye.

Alışveriş Değerlendirmem

Tedarik Süreci: 5/5 Bir iş gününde hepsi tedarik edildi ve kargoya teslim edildi. Hakkını yiyemem. Son bir kaç siparşimde hiç beklemedim.

Paketleme: 4/5 Kitaplar karton kutuya konulmuş, baloncuklu poşet kitaplarını etrafını sarmamış sadece kitapların köşeleri ezilmesin diye  kutu ile kitapların arasındaki boşluğu doldurmak için öylece sıkıştırılmış. Ama yine de kitapların ezilme riski var ancak şansım yaver gitmiş, bir kitabın ucunun kıvrılması ve Notre Damme'ın Kamburu'nun sırtındaki hafif ezilme dışında hasar olmamış. Sanırım kitap adının hakkını vermek istemiş. :) Bazen baloncuklu poşete koyuyorlar, bazen rastgele kutuya atıyorlar. D&R paketlemede standardı yakalaması bence bir çok kitapseveri tatmin edecek. Çünkü eminim benim gibi kitaplarının uçlarının kıvrılmasına takan bir çok okur var.





...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...