Serenad
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap
481 Sayfa
Puanım:★★★★☆
Zülfü Livaneli'nin kalemiyle bu yaz başında okuduğum Son Ada ile tanıştım. Son Ada'ya hayran kalmıştım; Serenad ile de artık Zülfü Livaneli başucu yazarım oldu. Mükemmel bir kitap, müzik gibi insanın ruhuna işliyor. Dili ile insanı büyülü kelimeler örülmüş bir saraya götürüyor ama işlediği konunun gerçekçiliğiyle de sağlam bir tokat atıyor okuyucuya.
Başlamadan önce belirteyim bu kitap kesinlikle salt bir aşk hikayesi değil. Sadece aşk hikayesi demek, kitabın ele aldığı onca konuya yazık olur. Evet, aşkı merkez alan bir olay örgüsü var; ama içtenlik ve gerçekçi bir yaklaşımla dünyaya da ışık tutuyor. Hoş, artık dünya o kadar karanlık ki artık hiçbir ışık aydınlatamayacak gibi gözüküyor.
87 yaşındaki bir Alman profesörün İstanbul'a gelmesiyle başlıyor hikaye. Kitabımızın anlatıcısı İstanbul Üniversitesi halkla ilişkiler sorumlusu Maya Duran, profesörü karşılamaya gidiyor. Profesör Maximilian Wagner, daha önce Nazi Almanya'sından kaçıp İstanbul'a gelmiş, birkaç yıl İstanbul Üniversitesi'nde görev yapmış ve acılarını burada bırakıp Amerika'ya gitmiş. Profesörün İstanbul'a tekrar gelişi, Maya Duran'ı ve onunla beraber beni de uykudan uyandırıp tarihi gerçekleri soğuk bir rüzgar misali iliklerime kadar işletti diyebilirim. Hem de çok uzaklarda değil, yanı başımızda ve sadece 70 sene önce yaşanmış gerçekler. Peki, nedir bu gerçekler? Kitabı baltalamak için kısacık bahsedebilirim ama bunların öğrenilmesi için herkesin okumasını tavsiye ediyorum.
Kitap aslında birçok tarihi konuyu barındırıyor: Hitler dönemi, Anadolu'da yaşanan acılar, daha önce adından dahi haberdar olmadığım Hitler zulmünden kaçan ve onları Filistin'e götüren ama her zamanki gibi iktidarların elinde sakız olup kaderine terk edilen Struma Gemisi ve Kırım Türkleri'nden oluşan ve II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında savaşmış, savaş sonucu da o dönemin Ankara hükümetinin diplomatik başarısızlığı ve bence biraz da korkusu ile Sovyet Rusya'ya teslim edilen Mavi Alay. Hepsi zulmün ve zalimliğin kanıtları. İnsanların dili, dini ve ırkı farklı olsa da çektikleri acıların hepsi aynıdır. Buna Profesör Wagner'in karısı Yahudi Nadia da dahil. Şu bir gerçek ki acı, ne dile ne dine ne de ırka bakıyor. Acı asla kimliğe bakmadan insanı kemiriyor. Dünya'nın birçok yerinde insanlar acılar çekti ve hâlâ insanlar acı çekmeye devam ediyorlar. İktidarların, para babalarının elinde bozuk para gibi harcanıyor masum halk. Sanırım eline insan kanı bulaşmamış hiçbir devlet yok. Evet, kabul ediyorum; ideal devlet veya ideal toplum oluşturmak imkansız ama barışçıl ve adil bir devletin ve insani yönden güçlü bir toplumun oluşturulması zor değil. Bunun için önce toplumun kafa yapısını değişmesi gerekiyor. Gözümüzü kaplayan ön yargı perdesini kaldırmamız gerekli. Merak etmeliyiz, (Tabii başkalarının özel hayatı değil. Şu an toplum olarak başkalarının hayatlarını merak etme konusunda bir numarayız.) araştırmalıyız, eylemlerimizi sorgulamalıyız. Neyse, ben yine toplum felsefesi yapmaya başladım, bu konuda durmadan yazabilirim. Değerli okuyucularımı sıkmak istemediğim için burada kesiyorum ve sözlerimi toparlıyorum. Daha önce okuduğum Sineklerin Tanrısı'ndan da anladığım kadarıyla insanın genlerinde az ya da çok zalimlik var. İyi bir insan olup doğru işler yaparak bu zalimliği yok ediyoruz, ama kötü tarafa bir kere yöneldi mi insan, zalimliğin ardı arkası kesilmiyor. İşte burada, Zülfü Livaneli alt metini hümanizmle doldurarak biraz da okuyucuya yol göstermiş. Karşımızdaki insanı yargılamadan önce hepimizin insan olduğunu hatırlamamız gerektiğini çok çok iyi vurgulamış.
Kitabın çok naif bir dili var. Basit ve akıcı dille yazılmış. Edebi, uzun ve süslü cümleler yok. Son Ada da gördüğüm yazım tarzı bunda da mevcut. Olaylar birinci tekilin ağzından ve acemi bir yazardan dökülen sözcüklermiş gibi anlatılıyor. Aslında benim için bir kitabın çok yalın olması handikap; ancak Zülfü Livaneli hikayeyi bir ahenkle o kadar güzel doyuyor ve bir bütün olarak ona öyle bir canlılık katıyor ki bu eksiklik çok az derecede hissediliyor. Çok az dedim; çünkü açıkçası biraz daha edebi olabilirdi diye düşünmeden de edemedim. Canlılık demişken, gerçekte Maximillian Wagner diye biri yaşamış mı diye araştırma yaptım. Olayların tarihi gerçeklerden alındığını biliyordum; ama kahramanlar bile o kadar gerçekçi yazılmış ki insan, ''romandaki kahramanlar gerçekmiş'' kanısına düşüyor.
Yazımı bitirmeden önce bir kaç şeyden daha bahsetmek istiyorum. Kitapta yer yer bizim toplumumuza ait güzel ve yerinde tespit ve çıkarımlar, aynı zamanda günlük hayatta birçok yerde karşımıza çıkabilecek tipler vardı. Özellikle Türk ailesi ve toplumu hakkındaki tespitler çok yerindeydi. Zaman zaman gülümseten zaman zaman da düşündüren bu kısımları okurken çok keyif aldım. Zülfü Livaneli çok iyi bir gözlem gücüne sahip olduğu anlaşılıyor. Mutlu ve huzurlu günler dilerim. Herkese keyifli okumalar. :)
Altını Çizdiklerim
- “Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru, insanlara karşı kendini koru! ”
- “İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer. Sana hep ihanet eder ama sen yine de onu sevmeye devam edersin.”
- “Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun! Peki, sen ne görüyorsun bakalım. İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.”
- “Diyorum ki, savaş kararı alacak olan liderin, mesela George Bush'un,bu kararı almak için bir çocuğu elleriyle öldürmesi şartı konsa. Nasıl olsa binlerce çocuğun idam kararını imzalıyor, bunu yapmak için tek bir çocuğun canını alması gerekse iyi olmaz mı? Çünkü kendileri sıcak ofislerinde bir imza atıyor, bir damla kan bile görmeden yaşıyorlar.Ama bombardımanlarda yüz binlerce çocuk ve kadın ölüyor. Başkanın suçu yok, emir kulu pilotun suçu yok, o zaman suç kimde? Bu insanları basılan bir düğme mi öldürüyor? ”