31 Ocak 2015 Cumartesi

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali

İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları
254 Sayfa
Puanım:★★★

   Kitapların dünyasına yeni yeni girdiğim zamanlarda duydum Sabahattin Ali'yi ve onun hakkındaki güzel yorumları duydukça ne anlattığını merak ettim. Nitekim ben de çoğu okuyucu gibi Sabahattin Ali'nin kalemiyle Kürk Mantolu Madonna ile tanıştım ve ardından da Kuyucaklı Yusuf geldi. Her iki kitabı da yüreğimde birer iz bıraktılar ve ben Sabahattin Ali'yi okudukça daha çok sevdim, sevdikçe de hayatını araştırmaya koyuldum ve gördüm ki, Sabahattin Ali'nin de değeri öldükten sonra bilinen ve yaşadığı süre boyunca sıkıntıların yakasından sıyrılamayan edebiyatçılar kervanından olduğunu. Sabahattin Ali, üzerindeki sıkıntıların baskından bunalmış bir durumda yurt dışına çıkmaya çalışıyorken faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş.

    İçimizdeki Şeytan'ı bitirmemle birlikte Sabahattin Ali'nin yazmış olduğu üç romanını da bitirmiş oldum. Bu üç romanın en belirgin özelliği, hepsinde insanın ruh dünyasına ışık tutan psikolojik çözümlemelerin olması. Bunun nedeni belki de Sabahattin Ali'nin kendi hayatının çalkantılarla geçmesidir ama yabana atılamayacak bir gerçek var ki; Sabahattin Ali, insanları ve insanların sahip olduğu karmaşık ruh hallerini çok iyi tanıyor. Kitapta da bunu öyle güzel anlamış ki, satır aralarına kelimelerden oluşmuş ruhsal durum sergileri sıkıştırmış. Okurken bu sergilerde dolaşmak, insanların sandığımızdan daha derin bir duygu denizi olduğunu görmek beni çok etkiledi.

    Raif Efendi, Kuyucaklı Yusuf gibi unutulmaz karakterlerden sonra bu kitapta yine unutulmayacak iki karakter daha çıkıyor karşımıza. Ömer darülfünunda felsefe okuyan, ara sıra gittiği postanede memurluk yapan, miskin biriyken; Macide ise Balıkesir'den İstanbul'a konservatuvarda eğitim almak için gelen ve Ömer ile Macide'nin ortak akrabalarında kalan, toplumun içinde kendi yerini bulamayan bir karakter. Bir gün Ömer arkadaşı Nihat'la vapurda yolculuk edelerken karşısında Macide'yi görür ve ona aşık olur. İşte bundan sonra olaylar gelişmeye ve Sabahattin Ali kitaptaki karakterlerin ağzından kendi düşüncelerini, deneyimlerini ve tespitlerini okuyucuyla paylaşmaya başlar.

   Kitabın ana karakterlerini birazcık irdelemek istiyorum. Ömer karşımıza sık çıkabilen biri hatta bizim kendi benliğimizde de barındırabileceğimiz özelliklere sahip. Yaptığı hataları ve yanlışları içinde yaşadığına inandığı mel'un şeytana bağlıyor, çevresindekilerin etkisi altına girip iradeden yoksun davranışlar sergiliyor. Macide ise benim bu zaman kadar romanlarda rastladığın en güçlü kadın karakterlerdendi. Varoluşsal sorunları bünyesinde barındıran, kendini iyi tanıyan ve çevresine karşı içten içe savaş veren bir kişiliğe sahipti. Bir de Macide'nin müzik öğretmeni, kitaptaki saf iyiliğin temsili Bedri var. Kitabın alegorik öğeler barındırdığını söylemem yanlış olmaz; ama aslında ben okurken gördüm ki, Sabahattin Ali, bütün karakterlerin arkasında kendisi duruyor. Kendi şeytanını, kendi yalnızlığını, kendi hayatını, kendi güçsüzlüğünü ve kendi kuvvetini yazıyor. Okuyucuya sessiz bir çığlık atıyor belki de...

    İçimizdeki Şeytan'ın diğer bir ilginç yanı, kitapta eleştirilen aydın kesimin bazı söylentilere göre gerçek kişiler olması diyebilirim. Peki, kim bunlar? Peyami Safa, Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek gibi dönemin düşünce ve siyasi yaşamında etkili olmuş kişiler. Hatta Nihal Atsız bu kitabı okuduktan sonra sert ve alaycı bir eleştiri yazmış. Ben bu durumu çok doğal karşıladım; çünkü dönemi incelediğimiz zaman (1940'lu yıllar) insanların daha çok siyasi kimliklerinden tanındığı bir dönem ve siyasi ideolojinin insanların hayatına muazzam derecede etki ettiği görülüyor. Bir de buna o dönemin tutucu ve baskıcı yapısı da birleşince hem bu kitapta belirli bir aydın kesimin eleştirilmesi, hem de bu kitaba karşı sert bir eleştiri yapılması olağan dışı değil; ama Sabahattin Ali'nin kalemi işte yine burada devreye girmiş ve her döneme hitap edebilecek düşüncelerini cesurca yazıya dökmüş. Bugünün düşünce ve siyasi yaşamından bakılınca da kitapta taşlanan aydın kesimin yerine başka ad veya adları koymak zor değil.

    Sabahattin Ali, insanı insana insanla anlatıyor. İnsanın, duygularıyla acizliğiyle güçsüzlüğüyle ve sevgisiyle bir bütün olduğunu gösteriyor. Etrafımızdaki insanların yaptıkların davranış ve tutumlardan sonra pek çoğumuzun aklına gelen 'Neden insanlar bunu yapıyor?' sorusuna, romanlarındaki karakterin iç hesaplaşmalarını göstererek ve onların dünyalarının kilitlerini kırarak anlatıyor Sabahattin Ali. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, akıcı, insanı saran lirik bir dile sahip ve bence Kürk Mantolu Madonna kadar iyi bir kitap. Kurgusal olarak pek bir şey beklenmeden, insanı derinden etkileyen cümleleri düşünerek ve o düşünceleri kendi düş tarlamızda filizlendirerek okumamız gereken bir kitap İçimizdeki Şeytan. Esen kalın efendim, bir başka kitapta görüşebilmek dileğiyle. :)
Altını Çizdiklerim
  • Evet, evet onun korkusu... İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu... Ben bu değilim... Ben başka bir şeyler olacağım... Yalnız bu korku olmasa... Ben bu değilim... Hiçbir şeyi tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam...
  • Çalmak ne demek? Ne garip kelimeler kullanıyorsun. İnsanları anlamakta hâlâ pek gerisin... Zannediyorsun ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazen ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkâr edebilirsiniz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena, yahut daha iyi yapmaz!
  • Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakâr diyoruz.
  • Dünyayı hükmetmeye hazırlanıyormuş! Dünya kim?.. Benden başka dünya var mı? Herkesin bir tek dünyası vardır, o da kendisi...
  • Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.
  • Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var... Belki pek az... Ama var... Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerinin az ve henüz kendilerini tam gösterememiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez... Bugün şurada burada teker teker yaşayanlar ve çalışanlar yarın birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı: haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır.
  • İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal

   
Orhan Kemal
Bereketli Topraklar Üzerinde
Everest Yayınları
377 Sayfa
Puanım:★★★

Olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza!
 
   Bu topraklar, geçmişten günümüze kadar ne çok acı yaşadı kim bilir... Ne zulümlere, ne haksızlıklara tanıklık etti bu yorgun topraklar. Yeri geldi kendi içine çekti Anadolu'nun bağrından kopan acıyı, yeri geldi kan gibi kustu, sel aldı her yeri...

    İç Anadolu'nun yoksul ve unutulmuş bir köyünden gurbete çıkar üç arkadaş: Ali, Yusuf ve Hasan. Yusuf daha bilgilidir; çünkü daha önce Sivas'a gitmiş ve orada bir iş tutturmuştur. Ali ve Hasan ilk defa çıkarlar gurbete, düşüncelidirler. Öğretmenleri Yusuf'tur. Yusuf daha deneyimlidir, arkadaşlarına öğüt verir. Eee, dile kolay şehir görmüştür, şehir insanının ne mal olduğunu bilir. Üç yoldaşın umudu Çukurova'nın bereketli topraklarıdır. Herkese umut olan, her karışından bereket fışkıran o topraklar. Kimi kazandığı parayla gaz ocağı götürecektir memlekete, kimi de anasına bir entari. Tabii boşuna da gitmezler oraya, kendilerince dayanakları vardır. Hemşerileri orada fabrika açmış, büyük adam olmuştur. Hemşeriden daha iyisi mi olurmuş canım? Onları işe alır, onlarda üçün beşin yolunu bulurlar elbet. Böyle başlar işte üç yoldaşın, hatta "kardaşın" yolculuğu. Umutla bastıkları Adana topraklarının hayatlarına yeni bir yön vereceğinden habersizdirler.

    Orhan Kemal'in kalemiyle ilk tanışmam biraz hüzünlü olsa da gerçekleri öğrenmem daha doğrusu bildiğim sandığım şeylerin daha da fena olduğunu görmem beni çok etkiledi. Orhan Kemal yalın, süsten uzak bir anlatım kullanmış. Anlatmak istediğini hiç çekinmeden yazdığı belli oluyor. Kitap genellikle konuşmalardan oluşuyor. Tiyatrosal bir roman diyebilirim. Konuşmalar ve karakterler çok gerçekçiydi. Orhan Kemal, kitabın içinde geçen tüm konuşmaların hepsini yörenin doğal diliyle yazmış. Öyle ki, bütün yaşananlar benim yanımda oluyormuş hissine kapıldım okurken. Yusuf, Ali ve Hasan. Hepsi birer gerçekti, bütün yaşanalar gerçekti, kitaptaki kelimeler sanki birer bedene büründü de bir tiyatro sergiledi. Ama zihnimde hiç saklanamayan ve her bir satırı okudukça üzerindeki sisin dağıldığı bir düşünce vardı: Bütün yaşanan sahiden de gerçekti. Evet, belki adı Ali değil, Yusuf değil, Ahmet idi; ama birileri bu haksızlıklara uğramış, hayvandan daha aşağı bir muamele görmüş, tek derdi ekmek parası kazanmak olan bu insanlar, cehaletin dipsiz kuyularına yuvarlanıvermişti.

    Kitaptaki karakterlerin Çukurova serüvenine üç farklı çalışma alanından bakmamıza olanak sağlamış Orhan Kemal; ama çalışma ortamı değişse bile oraları işleten insanların kanlarındaki bozukluk hiç değişmiyor. Irgatbaşı işçiyi değil, ağayı ve patronu tutuyor. Ağa ve ırgatbaşı has ekmek yerken ırgatlara kuru ve kurtlu ekmek yedirtiliyor. İktidarın ve gücün insanı sersemleten etkisi burada da işliyor.  Irgatların cahilliği ise onların kazandıkların üç beş kuruşu orada burada savurmalarına neden oluyor. Kısacası düzen böyle gelmiş böyle gidiyor. Kimsenin başkaldıracak bir gücü, bir isteği yok. Başkaldıranın ayağı anında kaydırılıyor. Toprak ağaları emekçinin elinden para kazanmaya bakarken ırgatbaşı, kendisi de ırgat iken ne görmüşse onu uyguluyor. Bunları okurken şu soruyu sordum kendime: Günümüzde ne değişti peki? Sorunun cevabı basit: Hiçbir şey. Günümüzde de bu çarpık düzen takır takır işliyor. Kirli makineler, para babaları açgözlü bir yaratık gibi insanları bir bir yutuyor. İnsanların isimleri değişse bile düşünce yapısı genetik miras gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

    Peki kitapta hep mi acı, hep mi hüzün var? Küçücük de olsa umut kırıntısı yok mu? Tabii ki var. Orhan Kemal, yaşattığı karanlık dünyanın içinde kalan küçük umut ışıklarından da bahsetmiş. Aslında doğru yolu; yani insan nefsine ve şahsiyetine sahip çıkarsa hiç değilse onurlu bir hayat yaşayabileceğini göstermiş. Bu kadar lakırdıyı ve biraz da iç döküşe dönen yazıyı toparlamam gerekirse, bu kitabı herkes okumalı, en azından yaşanmış veya yaşanmışa yakın olaylara canlı tanık olamasak bile zihinsel  olarak tanıklık etmeliyiz diyorum. Ben bu kitaptan aldığım tat ile Orhan Kemal'in yapıtlarını okumaya devam edeceğim inşallah. Sağlıcakla kalınız. 

15 Ocak 2015 Perşembe

Parfümün Dansı - Tom Robbins


Parfümün Dansı
Tom Robbins
Ayrıntı Yayınları
Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak
362 Sayfa
Puanım:★★★

    Parfümün Dansı... Nasıl anlatsam, ne desem bilemiyorum. Hayatımda okuduğum en sıra dışı, en tuhaf ve en çılgın kitaptı. Tom Robbins, sen neymişsin, beyninde nasıl bir hayal gücü dolaşıyormuş! İyi, kötü, biraz karanlık, biraz aydınlık, hem ahlaklı hem uçarı, oturaklı olmasına karşın bir o kadar da deli bir kitap. Usta bir aşçının elinden çıkmış gibi.

   Kitaba başlamadan önce kitap hakkında çok şey duydum ve okudum. Beğenen kadar beğenmeyen de vardı. Açıkçası ben de neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek şey, ölümsüzlük düşüncesi etrafında yazılmış roman olduğuydu Parfümün Dansı'nın. Nitekim de öyleydi. Ama bir eksik vardı, o da koku metaforunun da ölümsüzlükle aynı derecede kitabın içinde kendine yer bulmasıydı. Küçük bir İskandinav topluluğunun kralı olan Alobar, ülkesinde krallığın verdiği keyif ve rahatlıkla yaşarken bir gün saçlarında bir telin beyazladığını görür. Alobar'ın yaşadığı toplumun töresinde kesin bir kural vardır ki bir kral, yaşlılık belirtisi gösterdiği zaman halkın refahı için bir törenle zehirli yumurta yedirilerek öldürülmek zorundadır. Alobar ölmek istemez, toplumunun kurallarına karşı çıkar ve ölümü yeneceğine inanmaya başlar. Bu düşünceyle birlikte ölümsüzlüğü aramak için masalsı ve eğlenceli bir yolculuğa çıkmaya karar verir. İlk hedefi Doğu'dur. Yolculuğu sırasında da Yunanistan'da zevkin ve çobanların tanrısı Pan ile tanışır. Bundan sonra da yolculuğu daha absürt hale gelir. Hindistan sonra tekrar Avrupa, en sonunda da Yeni Dünya'ya uzanan ölümsüzlük ve bilgelik yolcuğu  sürüp gider. Tabii bir de onda ölümsüz aşkı bulduğu Hintli Kudra vardır.

    İlk sayfa ile beraber okuyucuyu farklı ve mizahi bir üslup karşılıyor. Kelimelerle zekice oynanmış, temposu asla düşmeyen bir üsluba sahip Tom Robbins. İtiraf etmem gerekirse başta bu farklı dünyaya giriş biletimi almakta zorlandım; ama içine girdikten sonra da çıkmak istemedim. Okudukça güldüm, okudukça düşündüm. Ölümsüzlüğe bile inanmaya başladım. Aslında yazarın da amacı buydu bence. Kitabın kapağını kapattığında okuyucuya ölümsüzlüğü inandırmak, hayatın ne ciddiye alınacak ne de alaya alınacak bir olgu olduğunu öğretmek, bir başka deyişle hayatı koklatmak. İnsan yaşarken de ölümsüzlüğü hissedebilirmiş meğer.

    Kitabın birçok yere ateşli bir ok fırlattığını söylemeden geçemeyeceğim. Susmak bilmeyen bir anne gibi. Sürekli konuşuyor, konuşuyor ama söylediklerinin hiçbiri boş şeyler değil. İçi bilgelik ile doldurulmuş sözler. Okudukça yeni kapılar açıyor, eskimiş kapıları birer birer kapatıyor. Kitap hakkındaki eleştirileri okurken bir kaç yerde Simyacı ile birlikte adının geçtiğini gördüm. Simyacı'yı ben pek beğenmemiştim. Kişisel gelişim kitaplarının öyküleştirilmesi gibiydi; ama bu kitapta asla böyle bir şey yok. Kitabın bir ruhu, bir ahengi var. Okudukça hayatımda yeni bir pencere açıldığını hissettim. Önce o pencereden soğuk bir rüzgâr ve alelade kötü bir kokuydu. Kelimelerin rüzgârı devam ettikçe koku değişti, rüzgar ruhumu okşamaya başladı. Burnum da ise K23'ün kokusu vardı. Pan'ın kokusunu bastırmak için Alobar'ın yaptığı o tuhaf ve gizemli koku.

    Bilgelik ile uçarılık arasında top sektirirken toplum teyzenin camına topu atmaktan hiç çekinmemiş Tom Robbins. Evet, toplum teyzedir; çünkü kendisini sıradanlık ununa batırıp yozlaşmış yağ ile kızartmıştır. Başka insanların hayatlarından oluşan bir iple örgü örerken oyalanıp durur. Torunlarına da yağı azaltılmış, diyet bir kültür ikram eder.***

   Benim, kitapta  Alobar'dan sonra dikkatimi en çok çeken karakter Pan'dı. Pan, Yunan mitolojisinde zevk ve şehvetin simgesi, altı keçi üstü insan olan bir Tanrı. Alobar'ın peşinden önce Fransa'ya daha sonra da Yeni Dünya'ya yani Amerika'ya gider. Pan'ın yolculuğuna bakılırsa, önce uygarlığın kurulduğu yer olan Yunanistan'da doğmuştur, sonra aydınlanmanın yaşandığı Fransa'ya gitmiş, en sonunda da 20. yüzyıldan beri dünyanın hem siyasi hem de kültürel efendisi(!) Amerika'dır. Bunu kullanarak inceden okuyucuya mesaj vermesi çok hoşuma gitti. Medeniyet neredeyse şehvet de haz da orada. İşin ilginç yönü ise Hristiyanlıkta Pan'ın görüntüsü İblis'i temsil etmektedir. Benim ilgimi çeken diğer nokta ise kitaptaki bir bilge, insanın doğa ile arasındaki bağın kopacağını söyler. Şu an baktığımızda bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Şu an önümüze çeşitli ağaçların yapraklarını koysalar, taş çatlasa iki ya da üç tanesini bilebiliriz ama elimize ünlü markaların logolarının olduğu resimler verseler, hiç duraksamadan hepsini sayabiliriz.

   Kitabın çevirisindeki titizlik ve ustalıktan bahsetmezsem çevirmene haksızlık yaparım. Okuduğum en iyi çevirilerdendi. Yazarın dilini çok başarılı bir şekilde Türkçemize kazandırmış çevirmen. Kutlamak gerek. Yayın evinin diğer artısı ise arka kapak yazısı; çünkü ne yazmışlarsa bire bir okuyorsunuz. Süslü ve abartılı arka kapak yazısı yazan yayın evlerine duyurulur.

    Son olarak kitabı okumamda vesile olan İkizlerle Okuma Halleri blogu sahibine de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Esen kalın. :)

Not: *** Bu paragrafı Tom Robbins'ten öykünerek yazdım. Belki okumak isteyenlere fikir verebilir. :)

Altını Çizdiklerim
  • Bir insan, birçok şey olabilir. Belki de her şey olabilir.
  • Her şeyimiz var. Hepimizin. Her zaman var. O halde arzu etmek gereksizdir. Arzunun heyecanını ve hayal kırıklığını ortadan kaldırmak için, isteyebileceğimiz her şeyin, ihtiyacımız olabilecek her şeyin, ihtiyacımızı olabilecek her şeyin zaten bizde de var olduğunu anlamamız gerek, uyanmamız gerek.
  • Arzularımızla özdeşleşince, onları fazla ciddiye alınca, yalnız hayal kırıklığına karşı duyarlılığımızı arttırmakla kalmıyoruz, ayrıca o arzuların serbestçe ve kolayca yerine gelmesini zorlaştıracak bir atmosfer yaratıyoruz.
  • Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulmaz biri yapmasıdır.
  • Ölüm herkesin çorbasındaki sinektir. Ölümü insanoğlu hiçbir zaman kabullenememiştir, bugün ise, eskisi kadar bile kabullenmemektedir.
  • Umudum şu: Bazı bireyler her zaman sanatsal ve sosyal döngünün dışına çıkabilmişlerdir. İşte bireye duyduğum sevgi ve saygının, genel olarak insanlığa duyduğum sevgi ve saygıdan daha büyük olmasının nedeni budur.
  • Hayır dostlarım, beni rahatsız eden... Özgün yaşantının yokluğu. Her şey o kadar sahte ki. Her şey yapay, sentetik, sulanmış ve standardize olmuş.

...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...