19 Ekim 2015 Pazartesi

Tatar Çölü - Dino Buzzati

Tatar Çölü
Dino Buzzati
İletişim Yayıncılık
Çeviren: Hülya Tufan
237 Sayfa
Puanım:★★

    Acayip bir okudum. Büyülü sözcüklerden katman katman örülmüş, her katmanda farklı bir okuma zevki veren, okurun zihninin örümcek ağlarını alan, karanlıkta kalan yerleri aydınlatan, aydınlık yerlerleri karartan, kitap boyu su üzerindeymiş gibi hafifletip, tam tersi bazı satırlarda yerin binlerce metre altına götüren, sorgulatan, düşündüren kısacası belki de yaşarken okuyabileceğiniz en iyi romanlardan biri Tatar Çölü.

    Harp akademisini bitiren Teğmen Drago Giovanni, ilk görev yeri olan Bastiani Kalesine atanır. Genç ve hayatın henüz ona sunmadığı güzellikleri düşünüp görevinin layıkıyla yapmak, işinde yükselmek biricik amacıdır Giovanni'nin. Ama önünde hiç göremediği bir sınır vardır: O, düşman topraklar ait, kuş uçmaz kervan geçmez, uçsuz ve bucaksız Tatar Çölü denilen bir yerin tam ucundaki bir sınır garnizonu olan Bastiani Kalesidir. Hem ülke sınırıdır bu kale hem de yalnızlığın... Çünkü bence hiç kimse Drago kadar yalnız olamaz.

    Beklemenin romanı Tatar Çölü, kalenin tüm üyeleri kuzeyden; yani Tatar Çölü'nden gelecek düşmanı bekliyorlar. Çünkü herkesin unuttuğu bu köhne yerde seslerini duyuracakları tek çözüm bir savaş. Herkes, gerçekleşmesi olanaksız gözüken düşmanın gelişine uçurumdan düşen birine uzatılan bir ipmiş gibi sıkı sıkıya tutunuyor. Kaledeki askerleri, onlara doğru kuzeyden kopup gelmiş bir at bile heyecanlandırıyor. Başta Drago da bu duruma şaşırıyor, buraya yanlışlıkla geldiği ve en kısa zaman yeni bir yere, arzuladığı güzel bir şehre atanacağını umut ediyor. Ama görünmez bir güç, yazgının büyülü elleri onu hızla akan zaman ırmağına atıveriyor. Drago, kalede geçen günler boyunca burada yaşamaya, buranın rahatlığına ve herkesin sıkıca tutunduğu o ipe tutunmaya başlıyor. Uçsuz bucaksız ve ilk başlarla meraklı gözlediği Tatar Çölü, her gün aynı askeri disiplinin sekmeden süre geldiği Bastiani Kalesi onun yalnızlığının imgeleri oluyorlar birden bire.  İşte bundan sonra Dino Buzzati enfes sözcüklerle, harika bir anlatımla, çoğu yerde insanı düşündüren vurucu cümlelerle yaşamı ve yazgıya takılı kalmış insanı irdeliyor.

   Kitap hızlı ilerliyor ama ben bunda yazarın sakladığı bir gizem olduğunu düşünüyorum. Bir bölüm bitiyor ve bir sayfa çeviriyorum ve Drago'nun ömründen yıllar akıp gitmiş oluyor. Drago'nun kalede geçen on beş yılını merak ediyorum; ama gerçeği yazar bana tokat gibi çarpıyor. Beklemekle geçen, birbirinin aynısı, saatin tik takları gibi düzenli günler benim merak ettiklerim. Az önce yazılanlardan başkası değil. Zamanın ayarı olmadığını söylüyor Dino Buzzatti. Sen gözlerini açıncaya kadar çoktan bir yaşam yok olup gitmiştir.” diyor adeta.

  Kitaptaki boğucu geçen yaşamlara karşı örülmüş ahenkli dilden söz etmek istiyorum. Mükemmel ötesi, insanı sarıp sarmalayan bir dille yazmış Dino Buzzatti. Hele bir rüyanın anlatışı vardı ki iki kez okudum. Vurgular, betimlemeler, benzetmeler... Tabii bu dili bozmadan çok iyi çevirerek dilimize kazandıran çevirmen Hülya Tufan'nın da hakkını yememek gerek diye düşünüyorum.

    Kitabın bitirip kapağını kapattığımda tokat yemiş gibi oldum demen bile az kalır. Gülle gülle top atışına tuttu beni. Başımın ağırlaştığını ve kafamın içinde küçük noktacıkların ve karmaşık seslerin dolaştığını duyumsadım. Gözlerim çekiliyor, etrafımda bulanıklaşıyordu çünkü ben de artık Drago’ydum ve kafamda sadece tek bir soru dolanıyordu. “Neden?” Nedenlerin hepsi satırlarda gizliydi. Onları bulmak insana acı verse de hayatı sorgulamak kaçınılmazdı. İşte böyle bir kitap Tatar Çölü… Yazdıklarım abartısız hissettiklerimden başka bir şey değil.  Bir kitaptan daha fazlası aslında bu; çünkü pek az kitabın bana bu duyguları yaşatacağını biliyorum. Drago Giovanni, sana yazıma bitirmeden selam gönderiyorum.  Esen kalın. :)

Altını Çizdiklerim
  • “'Olamaz' derdi, 'Muhakkak farklı bir şeyler olagelmeli, öyle bir şey ki insan: Artık sonuna gelmiş olsam bile beklemeye  değmiş diyebilmeli.'
  • .Tüm bunlar artık ona aitti  ve bunları terk etmek Drago'ya acı verecekti. Ama, aslında o bunu bilmiyordu, ne gitmesinin kendisine nasıl bir çaba gerektirdiğinden, ne de kaledeki yaşam günleri, birbirinin tıpkısı günleri, baş döndürücü bir hızla yutup gittiğinden haberdardı. Dünle evvelsi gün birbirinden farksızdı, onları birbirinden ayırt etmek olanaksızdı; üç gün önce olmuş bir şey de yirmi gün önce olmuş bir şey de sonuçta ona eskiden olup bitmiş bir şey olarak görünüyordu. Böylece, o ayırdına varamadan, zaman akıp gidiyordu.
  • .Hatta şu anda, içinde derin bir eziklik hissediyordu, hani yazgının en belirleyici anları, size dokunmadan burnunuzun dibinden geçip gider ve sizi solmuş yapraklardan oluşan bir burgacın ortasında bırakırlar ya, işte  yiten korkunç ama dev fırsat duygusunu hissediyordu.
  • .Belki bizler çok şey talep ediyoruz. Gerçekte herkes layığını bulur.
  • .Nedenini bilmeksizin zaman, günleri birbiri ardına yutarak, çok daha hızlı bir biçimde akıp gitmeye başlamıştı. İnsan şöyle bir çevresine bakana kadar akşam oluyor, güneş ufukta kayboluyor, derken öbür taraftan yeniden belirerek karla kaplı dünyayı aydınlatıyordu.
  • .İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşmadığı zaman bir şeye inanması çok zordur.

30 Ağustos 2015 Pazar

Ölüler Evinden Anılar - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Ölüler Evinden Anılar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy
369 Sayfa
Puanım:★★
 İnsan özgürlüğü uğrunda neyini vermez ki? Boğazına ip geçirilmiş hangi milyoner bir soluk hava için milyonlarını feda etmez? 

  Dostoyevski'nin ilk romanı İnsancıklar 1846 yılında yayınlanır. Yayınlanır yayınlanmaz edebiyat çevrelerince değer görür ve dönemin eleştirmeni tarafından övgüyle karşılanır. Genç bir yazar için bu olay umut verici ve güzel hayallere dalmak için bir dayanak oluşturur tabii. Ardı ardına Öteki ve Ebedi Koca kitapları yayınlanır ama ilk eleştirilerin tam aksine yazdıkları yerden yere vurulur. Kırılgan bir kişiliği olan Dostoyevski buna üzülür ve hasta düşer. Yazmaya küser ve siyasi olaylara girer. Devlete karşı geldiği savıyla tutuklanır ve idama mahkum edilir. Ama hayat ona bir kez daha şans verir, idamına saatler kala cezası Sibirya'da kürek mahkumluğuna çevrilir. İşte burada geçen günlerinden, mahkum geçen yıllarından esinlenerek 1861'de Ölüler Evinden Anılar'ı yazar. 

    Klasiklerin ne yazık ki dile düşmüş ön yargılarından olan sıkıcılığın dışında bir kitap, Ölüler Evinden Anılar. Akıcı bir dili var, ben okurken hiç sıkılmadım. Okuduktan sonra bir yere yazmadan, akla iyice kazınmadan geçilemeyecek o kadar vurucu cümleler var ki. Hele suç, ceza ve hukuk ile ilgili yazılan yerleri parsel parsel çizdim, defterime not ettim ve defalarca okudum. Adından da anlaşılabileceği gibi anı-roman türünden bir kitap, ana kahramanın mahkum günlerinin anılarından, sürgündeki insanlardan söz ediyor bize. Kitabın hemen başında anıların sahibi Garyançikov, Sibirya'da yaşayan birinin dikkatini çekiyor. Etliye sütlüye karışmayan, kimseye ilişki kurmayan adamı gün gün izliyor ama daha sonra öldüğü haberini alınca evine gidiyor ve yazılmış bu anıları bulup okumaya başlıyor. Buradan o adamın neden bu kadar suskun olduğunu, yavaş yavaş yaşadığı sürgün yıllarını okuyarak anlıyoruz.

    Ölü bir eve benzetmiş sürgün yaşamını Dostoyevski, suçluları toplumdan uzak tutmak için köhne bir yere tıkan, onları taştan bir tabuta koyup birbirlerini yemeleri beklenen bir yer olarak betimliyor hapishaneyi. Özellikle hapishanedeki insanları gözlemleyip onların özelliklerini, öykülerini yazdığı bölümleri çok beğenerek okudum. Biliyorum, aslında gözleme dayalı ruhsal çözümlemeler Dostoyevski'nin çoğu kitabında olan bir şey; ama büyük eserlerinden önce yazdığı ilk kitaplarından biri olması nedeniyle özellikle Dostoyevski'yi sevenler için ayrı bir önem taşıdığını düşünüyorum. Çünkü insanların ne kadar alçalabileceğini ve bu alçalmanın kimileri için ne kadar önemsiz olabileceğini yazıya dökerek sindire sindire anlatıyor Dostoyevski usta. Zaten kendisi de hiçbir zaman insan ilişkilerinde iyi olamamış, kimseye doğru dürüst güvenememiş, ( ki bu 1800'lü yıllarda yazılmış olsa da şu an için de bence geçerliliği koruyor.) 'sorunlu' bir kişiliğe sahip. Dostoyevski'nin, çok iyi gözlem yeteneği var, bir nevi insan sarrafı, Sigmund Freud'un deyimiyle psikanalizin en önemli temsilcisi. Sibirya'nın soğuk havasından, sürgündeki insanların iç dünyalarından, askerlerden ve yönetimin üst birimlerindeki kişilerden söz ederken yazdıklarına katılmamak olanaksız. İnsanların çoğunun ne kadar acımasız olduklarını, düşünmeden sadece nefes almak için bomboş yaşadığını söylüyor. Dostoyevski, sözcüklerden insan çiziyor, satırlara canlılık katıyor. Hemen hemen her gün karşılaştığımız ya da en az birini çevremizde gördüğümüz insanları bize anlatıyor. Bunları bize geçmişten haykırsa da aslında günümüze baktığımda değişen bir şeyin olmadığını, hatta insanlığın git gide gerilediğini görüyorum. 

  Zaman zaman benim de aklıma düşen şu düşünceyi, Dostoyevski okuduğum diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da dile getirmiş. Dünya bir tiyatro sahnesi ve bizler bu tiyatroda rollerimizi oynamaya gönüllü oyuncularız. Bu o kadar kesin çizgilerle belirlenmiş bir rol ki, insanlar bunun dışına çıkabilmek için gözü pek davranamıyorlar. Çünkü insanı yontan, benliğini lime lime sömüren bir yazgı bu ama bir o kadar da sessiz ve sinsi...

    Güzel bir kitap, güzel bir okuma oldu benim için. Dostoyevski'nin kitaplarıyla tanıştığımda onun yazdığı bütün yapıtları okumaya çalışacağıma kendi kendime söz vermiştim. Bu sözümde bir adım daha ilerlediğim için mutluyum. Çünkü Dostoyevski'yle tanışmamış bir okur, yazın evreninin en karmaşık ve hasta yeri gözüken; ama okura ister kötücül ister iyimser olsun bir çok duyguyu tattıran o puslu yere uğramamış demektir. Son olarak, eğer bu kitabı tek bir cümle ile anlatmam istenseydi; ''İnsanı insanla buluşturan bir kitap." derdim. Sağlıcakla kalın. :)
Altını Çizdiklerim

  • ... ama insan yedi canlıdır! İnsan her şeye alışan bir yaratıktır ve sanırım bu onun en iyi niteliğidir.
  • Bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen faydasız olduğu duygusu vermesi yeterlidir.
  • “Belki yanılıyorum, ama herhangi bir kimse hakkında, yalnızca gülüşüne bakarak hüküm vermek kabildir bence; onun için hiç tanımadığınız birinin gülüşü daha ilk karşılaşmanızda hoşunuza giderse, karşınızdakinin iyi bir adam olduğundan tereddüt etmeyiniz.”
  • “"Para verdik iş isteriz!" kuralına itiraz etmek olanaksızdır. Parayı veren, genellikle verdiği paranın çok daha fazlası oranında fayda sağladığı halde, tuttuğu adam bir lütufta bulunduğu kanısındadır. Birçokları, eğlencelerde, içki alemlerinde sağa sola hesapsız para sarf etmelerine rağmen, kendilerine hizmet edenleri muhakkak aldatırlar; hem bunu yalnız hapishanede, "meydan"da değil, her yerde gördüm.”
  • “Doğrusunu söylemek gerekirse, çevremiz gerçekten içimizde çok şeyi öldürebilir, ama her şeyi değil; oysa birçok defa kurnaz, işini bilir bir şarlatan, hele kalemi ya da çenesi kuvvetliyse, yalnızca ufak tefek kusurları değil, alçaklığını bile çevresine yükler.”
  • “Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. Bir zalimde hem insanlık, hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmesi hemen hemen imkansızdır artık. İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret son derece ayartıcı bir şeydir.”
  • “İnsan tabiatının ne dereceye kadar bozulabileceğini kestirmek güçtür.”

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli

Leyla'nın Evi
 Zülfü Livaneli
Doğan Yayıncılık
271 Sayfa
Puanım:★★

   Anılar insanın geçmişine baktığı birer penceredir. Her anı insanın kendi benliğine birer tuğla koyar. Geçmiş deneyimlerimiz, geçmiş hüzünlerimiz, geçmiş sevinçlerimiz ve geçmiş yanlışlarımız şimdi bizi oluşturan değerler değil midir? Ancak bazı kimseler için şimdinin pek bir albenisi yoktur.  Tatsız ve sıradan gelişen olaylar bütünüdür şimdiki zaman; çünkü onlar anılarda kalmayı, eski günlere her gün düşünsel bir yelken açmayı severler, tıpkı bu kitaptaki Leyla Hanım gibi. 

  Bosnalı Osmanlı paşasının torunu olan Leyla Hanım, dedesinden kalan yalının bahçesindeki küçük evde, kendi kendine yeterek ve anıları düşleyerek yaşayıp gitmektedir. Yalı artık onun ailesine ait değildir. Bu yalı da çoğu yalı gibi ortak bir yazgıyı paylaşmış, başkalarına satılmıştır. Kendisine ise sadece bahçedeki küçük bir ev kalmıştır ama yalının bir kez daha el değiştirmesi, hırslı ve gözü dönmüş, parayı tek güç ve deyim yerindeyse ilah edinmiş birinin satın alması Leyla Hanım'ı evinden eder. Bilirsiniz, ''Her şerde bir hayır vardır.'' demiş atalarımız. Bu söz Leyla Hanım'ın yaşadıklarında da kendini doğruluyor, evini kaybetmesi onu anılardan uyandırıyor ve gerçeklere; yani kendi anıları dışına, hiç durmadan akıp giden şimdiki İstanbul'un zamanına götürüyor. Beklemedik bir hızla gelişen bu olaylar Leyla Hanım'ın belki de bir insan için en güzel işi yapmasına, bir insanın hayatına dokunmasına neden oluyor.

   Ben kitabı gerçekten sevdim. Zülfü Livaneli, her zamanki gibi beni düş kırıklığına uğratmadı. Kolay okunan bir dili var kitabın. Hatta ilk başta bu kadar kolay okunmasını yadırgadım. Ellinci sayfadan sonra tam olarak benimsedim ve İstanbul'un günümüz ve yakın geçmişine doğru yolcuğa çıktım. Ev olgusunu ortasına alan bir roman Leyla'nın Evi. Barınma, çoğumuzun işittiği gibi Maslow'un gereksinimler hiyerarşisindeki en temel gereksinimlerden biridir. Geçmişten geleceğe insanlar barınmak için ciddi mücadeleler vermiş, hatta kan dökmeyi bile göze almışlardır. Günümüzde artık bu savaş kanla değil parayla yapılıyor gerçi; ama insanda aynı hırs ve duygular yerinde duruyor. İşte bunu okuyucuya çok güzel vurguluyor Livaneli. Özellikle, İstanbul'undaki bu barınma sorunsalını anlatmak için seçtiği semtler tam yerinde olmuş. İstanbul Boğazı'nın varlıklı sahipleri yalılar, yalıların arkasında eskiden yalılara hizmet edenlerin ve onların Anadolu'nun çeşitli yerlerinden İstanbul'a göç eden akrabalarının kurduğu ve yalı sahiplerinin 'Dağlılar' diye adlandırdığı kesim ve İstanbul'da çeşitli ve uç yaşamları içinden barındıran Cihangir. Bu üç yer, İstanbul insanına farklı bir bakış oluşturuyor; çünkü kitapta hem her semti temsil eden ana karakterlerin hem de yan karakterlerin bile duygu ve düşüncelerini belirtilmiş. -Dağlılar mahallesindeki bakkalın karısının bile ne düşündüğünü okuyabilmeyi bir nimet olarak gördüm.- Livaneli, romandaki kişileri başka başka yerlerden seçerek, sanki her evin de birer kişi gibi düşünülmesini istemiş. Her ev birer roman kahramanı gibiydi benim için. Romana bu şekilde bir hava katmak, özellikle çoğumuzun ara sıra aklını kurcaladığı bir konu olan İstanbul'da yaşayan insanlar arasındaki sosyal ve kültürel farklılıkların daha iyi anlaşılmasını sağlamış. Çünkü ben bu farklıların nedenleri kendimce düşünürken tüm ön yargılardan sıyrıldığı gördüm.

   Kitabın diğer önemli karakterleri hiphopçı, aykırı görünümüyle dikkat çeken asıl adı Rukiye, sahne adı Roxy olan Almancı bir Türk ve Dağlıların İstanbul'da doğup büyümüş ve okumuş kesimini temsil eden gazeteci Yusuf. Aslında kitapta tam bir kişilik cümbüşü var. Hayatımızda şu ve bu şekilde en az bir kez karşımıza çıkmış kişileri betimlemiş Livaneli. Soyu eskiye dayanan, ailesi kuşaklardır önemli kişilere uşaklık yapmış ve tam bir İstanbul beyefendisi Ali Yekta Bey, onun zengin oğlu Ömer, ve Ömer'in hırslı ve para düşkünü ve bir memur kızı olan karısı Necla... Saymakla bitmiyor. Tam bir karakter cümbüşü var. Gerçekten bu kadar çok kişiye değinip de en ufak bir açıklık bırakmamak usta işi olsa gerek. 

   Son olarak şunu söylemeden yazımı bitirmek istemiyorum. Leyla Hanım'a karşı derin bir sevgi oluştu ben de. Tam eli öpülesi bir insan. Sık sık ziyaretine gidip eskilerden konuşmayı isterdim. Hangimiz karşında bilgili, kültürlü ve nasıl davranacağını çok iyi bilen bir büyüğün olmasını istemez ki? Ben isterim; çünkü bu insanlar insan olabilme erdemine ulaşmış kişilerdir ama değerini bilene tabii.

  Unutmadan kitabın bir de tiyatrosu var. Elimden gelirse mutlaka tiyatroyu da izlemek istiyorum. Benden şimdilik bu kadar. Esen kalın. :)

Altını Çizdiklerim

  • Terslik, özgürlüğü erkekleşme gibi anlayarak kadınlığı küçük düşüren ve doğalarını değiştirmeye çalışan çalışan kadınlardaydı.
  • İnsanoğlunun kendi ihtiraslarının bir hapishane hücresinden daha korkunç bir esaret olduğunu anlamıştı Ali Yekta Bey.

30 Nisan 2015 Perşembe

Koleksiyoncu - John Fowles

Koleksiyoncu
John Fowles
Ayrıntı Yayınları
Çeviren: Münir H. Göle
283 Sayfa
Puanım:★★

    Sıra dışı kitaplar her zaman ilgimi çekmiştir. Konusuyla, anlatış şekliyle ya da karakterleriyle farkındalık ortaya koyan metinleri okuduklarımın arasında hep ayrı yerde tutarım ki, ben de o farkındalıkları ve ilginçlikleri kendi yaşamımda az da olsa yaşayabileyim ya da özümseyebileyim. Koleksiyoncu da benim için bu sıra dışı kitaplar arasında yerini aldı.

    Aslında kitabın konusu için sıradan diyebiliriz. İçe kapanık, kendine güvensiz, bir başka deyişle kendi halinde olan oğlanın; çalışkan ve güzelliğiyle diğer kızlardan sıyrılan sanat öğrencisine aşık olup onu kaçırmasıyla başlıyor kitap, ama bu sıradan bir kaçırma olayı değil. Çünkü gerçekte bizim oğlan da kaçıracağına asla inanmıyor. Onu kaçırmak ilk gördüğü günlerde aklının ucundan bile geçmiyor ta ki, piyangodan büyük bir miktarda para kazanana kadar. İşte bundan sonra her şey değişiyor, çoğu insan gibi paranın en büyük güç olduğunu sanıyor. Para ve zaman olsa kendisi gibi birçok kişinin de böyle eylemlere girişeceğini söylüyor. Kendince bir sürü hazırlık yapıyor, planı oluşturuyor ama bunlar kendisine sanki birer düşmüş gibi geliyor. Biricik amacı güzeller güzeli Miranda'yı kendine aşık edebilmek ve onunla bir ömür boyu yaşayabilmek; ancak kendine güvensiz oluşu, çocukken yaşadığı sıkıntılar onun kişilik hamurunda yaralar açmış durumda ve sosyal hayatta kendine güveni yok. Miranda onun için üstün bir sınıfa ait. Bu yüzden de onun karşına gerçek anlamda çıkması ve ona kendini sevdirmesi kendince olanaksız görüyor. Aslında kitap esas oğlanın çocukluğundan başlamıyor ama John Fowles'ın satır aralarında yedirdiği bazı cümlelerden hemen en başında karakterin kişiliğini çözümlemek zor değil. Bir de bizim oğlanın çocukluktan beri gelen bir uğraşı var: Kelebek toplamak. Belki de hayatta aldığı en büyük keyif kelebek koleksiyonu yapmak iken karşısına Miranda çıkıyor. Güzelliği elde etmek yerine toplama alışkanlığı olan Frederick, Miranda'yı da kaçırarak tabiri caizse koleksiyonunu başucuna yerleştiriyor.

    Koleksiyoncu'nun çift yönlü bir anlatımı var. Bu yönüyle sıradan bir öykü, sıra dışı bir anlatıma dönüyor. Hem kaçıranın hem de kaçırılanın duygularını okumak bana farklı ve keyifli bir okuma sundu. Bence kitabın en güzel yanı bu; çünkü olaya her iki karakterin gözlerinden bakmak, açık kalabilecek noktaları çok güzel bir şekilde dolduruyor. Fredericik'i okurken Miranda'ya, Miranda'yı okurken Frederick'e kızmamak elde değil ama nedense Frederick'in davranışları bana kendince iyimser geldi. Bunun nedeni Miranda'nın birazcık bencil olması ve kendini çok üstün görmesiydi. Frederick'in yüzüne gülerken, kendi içinde her zaman onu aşağılayıcı bir tavır sergiledi. Onu anlamak için hiç bir çaba göstermedi. Evet, Frederick hasta bir kişiliği olan bir adam ve yaptığı aşağılık ve insanlığa sığmayan bir davranış ama ne olursa olsun Frederick'i bir sinek gibi değersiz görmeyip daha akıllıca yaklaşsaydı işler daha başka şekillenebilirdi. İnsan birini eleştirmeden önce onu anlamaya, onun nasıl büyüdüğünü ve kişiliğe nelerin etki ettiğini düşünmeli diyorum. Yargılamadan kanıya varmak bu yüzyılın en büyük hastalığı ve Miranda'da böyle. Okuduğum kadın karakterler içerisinde en farklı olanıydı. Yer yer katılsam da sanki modern dünyada zorla yokuşa itelenen kadınlar gibiydi. Her ne kadar özgürlükçü ve sanatçı bir ruha sahip olsa da, tam anlamıyla çözümleyemedim. Doğruyu söylemek gerekirse pek sevemedim. Frederick anti-kahraman görünümlü kahramanken Miranda ise kahraman görünümlü anti-kahramanı oynuyor gibime geldi. Kötü bir karakter hakkında okuru böyle farklı düşüncelere yönlendirmek usta işi olsa gerek.

    Kitapta bir çok kadın-erkek ilişkisine ciddi göndermeler var. John Fowles insanların ikili ilişkilerindeki takındığı yapmacık tutum ve davranışların nasıl sonuçlar doğurabileceğini, kitabın alt metninde öykünün harcına karıştırmış. Yazarın basit bir konuya böyle güzel göndermeleri ince ince işlemesi beni kendisine hayran bıraktı. Buradan açıkça anlaşılıyor ki, kurguyu farklı ayrıntılarla doldurmak, en az kurgunun akışını çizmek kadar önemliymiş. John Fowles da bunu çok güzel şekilde yapmış, kurgunun içine psikolojik gerilimi ve gerçekten iyi bir sonu da ekleyerek ilk kitap için üst düzey bir roman ortaya çıkarmış. İnsanın ilginç ve gizemli iç dünyasına farklı bir yolculuktu Koleksiyoncu. Okunması gerektiğini düşünüyorum; çünkü büyüsünü bozmamak adına birçok konuyu söylemeden geçtim. Herkese esenlikler diliyorum. Görüşmek üzere. :)

Altını Çizdiklerim

  • Bence, şimdi mutlu görünen birçok insan, paraları ve zamanları olsaydı benim yaptığımı veya benzer benzer şeyleri yapardı. Yani ikiyüzlülük yapacaklarına, kendilerini eğilimlerine bırakırlardı. Güç, insanı yoldan çıkarır, derdi hocalarımdan biri. Üstelik Para Güç'tür.
  • İnsanları ele veren konuşma biçimleridir, ne söyledikleri değil.

12 Şubat 2015 Perşembe

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok - Erich Maria Remarque

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Erich Maria Remarque
Everest Yayınları
215 Sayfa
Çeviren: Burhan Arpad
Puanım:★★

Bizler gençlik falan değiliz artık. Dünyayı fethetmek istediğimiz de yok. Kaçan kimseleriz. Kendi kendimizden kaçıyoruz. Kendi hayatımızdan kaçıyoruz. On sekiz yaşımızda dünyayı ve hayatı sevmeye başlamıştık. Sonra da aynı şeylere ateş etmek zorunda kaldık. Patlayan ilk obüsler, kalbimize rastladı.

    Yukarıdaki cümle kitabın henüz başlarında geçiyor. Savaşın acımasızlığının özeti gibi... Yalın, basit ama keskin bir cümle... Etrafında mermiler uçuşan, eli kalem tutması gereken gencecik ve hayatı yeni tanımaya başlamış bedenlerin, savaşın soğuk yüzüyle karşılaşmalarının en çarpıcı anlatısı bu kitap... İnsanlığın nasıl ayaklar altına alındığının yazılı feryadı bir nevi...

    Paul Baeumer, 18 yaşında bir lise öğrencisiyken arkadaşlarıyla birlikte savaşa gönüllü olarak katılmaya karar verir. Tabii savaşa katılan gençlerin kararlarında kendi kararları değil, savaş çığırtkanlığı yapan öğretmeni etkilidir. Böylece I. Dünya Savaşı'ndaki en büyük cephe olan Batı Cephesine giderler. Hayatı daha tanıyamadan belki de dünyanın en kötü şeyiyle karşılaşacaklarının farkında değillerdir.

    Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, hayatımda okuduğum en güzel kitaplar arasına girdi; çünkü savaşı doğal ve bir o kadar da kanıksanmış bir şekilde, asla abartmadan anlatıyor. Kanla örülmüş duvarları yıkan, insanlara insan olduğunu bir kez daha hatırlatan, karanlığın içine gömülmüş umutları okurların aydınlık yüreklerine serpen bir kitap. İlk sayfadan insanı hapsediyor; savaşa, tükenmişlik duygusuna ve cephenin en ateşli yerlerine götürüyor Remarque. Bunda şüphesiz kendisinin de I. Dünya Savaşı'nda görev almış bir asker olmasının katkısı büyüktür diye düşünüyorum. Tabii bir de kahraman bakış açısıyla ve şimdiki zaman kipini kullanarak yazmış. Savaşı kitap boyunca Paul Bauemer'in gözünden izledim, sanki onun zihninde bir yer edindim. Bu da kitaptaki her olayın bizzat yaşanılmış hissi veriyor. Dediğim gibi insanı alıp cepheye götürüyor. Atılan mermilerin vızıltıları, patlayan topların gümbürtüleri, ölen askerlerin bağrışları, yaralı askerleri taşımaya çalışanlar, biraz önce beraber yemek yenilen arkadaşın ölüme doğru koşması ve tüm insani duyguların karman çorman olduğu bir yürek... Toprağa gömülmüş, boğuşan, can çekişen, geleceğe umutla bakmak isterken mermilerin hedefi olan bir yürek... Hayır! Aslında emperyalist güçlerin, toprak hırsına kapılan liderlerin, insanları birbirine düşüren güçlerin, nefret söylemlerinin hedefi olan bir yürek...

    Remarque, kitabın ilk sayfasına şu notu düşmüş: ''Bu kitap ne bir şikayet ne de bir itiraftır. Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz etmek istemektedir... O insanlar bombalardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar da!'' Ben bu söze sonuna kadar katılıyorum. Romanın anlatıcısı Paul da asla şikayet etmiyor, kaçış aramıyor, durumu o kadar kabullenmiş bir durumda ki, önünde başına mermi isabet eden bir erin kafasının kopmasını sakin ve olağan karşılıyor. Kitap, bunun gibi birçok çarpıcı paragrafla dolu. Günlük yaşantımızda bizim ruhen ve bedenen çökmemizi sağlayacak şeyler, savaşın adeta birer sıradanlığı olmuş. Deliler gibi çarpışan askerlerin kahramanlıkları değil, savaşın insan ruhundaki yansımaları ve o insanların çöküşleri var bu kitapta. Özellikle Paul'un cepheye gitmeden annesiyle geçirdiği son akşam beni derinden sarstı. Hele ki düşman askeriyle baş başa kaldığı andaki hissettiği duyguları okurken yüreğimin dağıldığını hissettim. Bence, bu konularda eşik değeri düşük olanların gözlerinin dolmaları imkansız değil.

    Kitabın en güzel yönü savaşı tek bir yönden ele almaması; yani sadece cepheyi, çarpışan askerleri anlatmaması diyebilirim. Çarpışmaların olmadığı zamanlarda askerlerin yaşamı, bir kaz buldukları zaman yaşadıkları sevinç, Paul'un evde annesiyle ve ailesiyle yaşadıkları, savaşı yaşamayan orta yaşlı insanların atıp tutmaları ve yaralı askerlerin gezici hastanelerde gördüğü dramlar... Hepsi var bu kitapta. Bu sayede okurken birçok pencereden savaşı hissetmemizi sağlamış yazar.  Evet, bizler şanslıyız; çünkü savaşı görmedik ve yaşamadık. Ama bir kitabın içinde de olsa savaşı yaşamak, o insanların durumlarını anlamak için böyle kitaplar okumak gerekli diye düşünüyorum. Savaşın, (haksız ve tamamen liderlerin ve kitlelerin hırsı yüzünden yapıldığı zamanlarda) ne kadar gereksiz ve acımasız olduğunu, insanların satranç tahtasında kurban edilen piyonlara nasıl dönüştüğünü keskin hatlarla belirginleştirilmiş bir yazınsal tablo ortaya koymuş Remarque.

     Son bir bilgi olarak belirtmek istiyorum: 1933 yılında  Nazi Almanya'sında bu kitap yasaklanmış, hatta toplatılıp yakılmış. Erich Maria Remarque, vatandaşlıktan çıkartılmış ve bu kitap yüzünden onu öldürmek istemişler ama aramaları sonucu Remarque'ı bulamayınca ne yazık ki ablasını öldürmüşler. Bu sebep için bile bu kitap okunmalıdır diyorum. Ayrıca Yaşar Kemal de bu kitap için 20. yüzyılın en iyi kitabı demiş. Gerçek bir şeyler okumak isteyenlere, savaşı yazılı da olsa yaşamak isteyenlere tavsiye ediyorum. Son olarak üzülerek söylemek gerekiyor ki, şu an batı değil tüm dünyada hâlâ yeni bir şey yok... Esen kalın.

Altını Çizdiklerim
  • Eşit ücret, eşit yemek; savaş çoktan unutulup gitmiş olur.
  • Fakat topraktan ve havadan -özellikle topraktan- direnci kamçılayan kuvvetler fışkırır. Toprak, herkesten daha çok asker için önemlidir. Bir asker bedenini toprağa şöyle bir bastırdığı, ateş korkusuyla yüzü ve her yanıyla kendisini toprağa gömdüğü zaman toprağı tek dostu, kardeşi ve anası bilir; korkusunu ve çığlığını onun sükun ve güven dolu kucağına boşaltır. Toprak da bütün bunları bağrına basar; bir hayata on saniyelik bir ömrü bağışlayıp sonra onu yeniden kavrar; hem de bir daha bırakamamak üzere kimi zaman. Toprak, toprak ve yine toprak!
  • Pek çok ölü gördükten sonra, bir tek kişi için bu derece acı çekmenin anlamı kolay kavranmıyor.
  • Ama sen bundan önce benim için bir fikir, bir bileşimdin sadece. Beynimin içinde yaşayan ve beni bu karara yönelten bir fikirdin! Ben bu fikri hançerledim. Şimdi ise senin de tıpkı benim gibi bir insan olduğunu görüyorum. El bombalarını, süngünü ve silahlarını düşünmüştüm. Şimdi ise karını, yüzünü ve ortak yanımızı görüyorum.
  • Gencim, yirmi yaşındayım. Ama hayatta umutsuzluktan, ölümden korkudan ve acı uçuruma sürükleyen anlamsız bir dıştanlığın kösteklenmesinden başka bir şey tanımıyorum. Milletlerin birbirlerine zorla düşman edildiğini ve hiç ses çıkarmadan, hiçbir şey bilemeden budala, uysal ve bönce birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki beyinlerinin, bütün bunları daha ustaca ve daha devamlı yapmak için yeni silahlar ve yeni laflar bulduklarını görüyorum.

8 Şubat 2015 Pazar

Yalnızlığa Öykünmek...

Yakın zamanda okuduğum iki öykü kitabını sizlerle paylaşmak istiyorum. Her ikisi de incecik ama her ikisi de duygu yüklü ve güzel öykü kitaplarıydı.


Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler
Yalçın Tosun
Yapı Kredi Yayınları
87 Sayfa
Puanım:★★
   
    Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler bir ilk kitap. Kendisi Türk öykücülüğü için yeni bir isim, ve ben de ilk defa Yalçın Tosun'un bir kitabını okudum. Kitap, 2011 yılında Notre Dame de Sion Edebiyat ödülünü de almış. Öyküleri kısa olmasından, verilmek istenilen mesajı az sayfalara  serpiştirilmesinden ve bir an da bitmesinden dolayı çok sevmiyordum; ama Yalçın Tosun benim bu olumsuz duvarımı yıktı diyebilirim. Özellikle Unutmabeni Çiçekleri, Ölüler Uzar ve Rüyamda Macide'yi Gördüm öykülerini çok beğendim.

   Kitabın ilk olarak adı dikkat çekiyor. İlginç, merak uyandırıcı ve biraz da ürkütücü bir ismi var ama kitap ilerledikçe ve öyküler peşi sıra bittikçe bu adın ne kadar da uygun olduğu anlaşılıyor. Sığı, belki de yaşadıkların hayatın bir nedeni olarak sığlaştırılmış insanların derinliğini anlatıyor Yalçın Tosun. Öykülerdeki karakterlerin genelde ortak özellikleri var: ailevi sorunlar yaşamış ya da yaşayan ve ailevi değerleri yitirmiş, bireysel olarak çökmüş, etrafından insanlar olsa bile kendi içinde yalnızlaşmış, hayatın coşkun bir şekilde akan ırmağına kendileri salıvermiş insanlar. Kitap bize, aile kurumunun hem birey hem de toplum için ne kadar önemli olduğunu güçlü ama bir o kadar da keskin sesle bağırıyor. Kitap ile kapak arasındaki uyumu da beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Kitabı bitirdikten sonra kapağa baktığımda sanki bütün okuduklarım çoktan açıp solmuş, belki de açamadan hastalanmış çiçeğin içinde saklıymış. gibi geldi. 

   Kitabın en dikkat çekici özelliği, öykülerin dilinin muhteşem bir diriliğe sahip olması; öyle ki çoğu öykü basit olsa da dilin güzel ve etkili kullanılması öyküyü bambaşka bir çehreye sokuyor. Bu zamana kadar okuduğum dili en iyi olan kitaplardandı, okurken keşke ''Yalçın Tosun'un kaleminden bir roman da okuyabilseydim.'' dedim. İçindeki öyküler, beşer altışar sayfalık kısa öykülerden oluşuyor. Zaten kitapta topu topu 87 sayfacık. Velhasıl kelam biraz farklı şeyler okumak isteyenlere bu güzel öykü kitabını tavsiye ederim.

Beyaz Geceler
Fydor Mihalyoviç Dostoyevski
İletişim Yayınları
Çeviren: Mehmet Özgül
118 Sayfa
Puanım:★★

   Beyaz Geceler, Dostoyevski Usta'nın ilk dönem kitaplarından biri. Her zamanki gibi yine Dostoyevski'nin kendi yaşamından izler taşıyor. Öykü denecek kadar kısa değil ama roman gibi destansı bir anlatımı da yok. Batıda adına ''Novella'' denilen türe ait diyebiliriz. İsimsiz kahramanımızın dilinden dört gece bir sabahlık platonik aşk öyküsünü anlatıyor. Kendini hayalci diye adlandıran, yalnız yaşayan ama bu yalnızlıktan hiç gocunmayan bir karakter Beyaz Geceler'in anlatıcısı. Bir gün Petersburg caddelerinde dolaşmaya çıktığında bir kızı tacizcinin elinden kurtarır ve kurtardığı kıza aşık oluverir. Buradan sonra da hayalci kahramanımızın ''Ömrüm boyunca bana yetecek kadar güzel günler geçirdim.'' dediği olaylar başlar. 

   Kitabın samimi ve yer yer mizahi bir dili var. Okurken, samimi bir arkadaşımın başından geçen güzel bir aşk macerasını dinliyor gibi hissettim. Dostoyevski'nin, insanın psikolojik durumu söz konusu olunca sayılan yazarların en başında olacağı ilk dönem eserlerinde bile belli oluyor. Bazı paragraflar var ki, ''Evet, bende de bazen böyle olur, bazen böyle hissederim'' dediğim yerler oldu. Ayrıca kitabın akıcı ve kolay okuna bir dili var. Bunda çevirmenin de etkisi büyük. Bu günlükte bana ayrılan sürenin sonuna geldik, her ne kadar yazdıklarım biraz iç karartıcı olsa da içerisinde bahar gibi bir mevsimi barındıran dünya, her ne olursa olsun güzeldir. Esen kalın efendim. :)
   _________________________________________________________________________
   
   İnsanlar hemen hemen hepsi aynı yalnızlığı paylaşırlar, onları yalnızlığa götüren etmenler farklı olabilir ama o boş vermişlik hissi, hayatta kendilerine yer bulamama hissi aynıdır. Diğer insanlar onlara tuhaf ve acımazsız gelir, hayatın ışığı ya göremezler ya da elleriyle söndürmeye başlarlar; ama daha sonra hepsi aynı boşlukta buluşurlar. İnsanlar birbirlerinin yalnızlığına öykünürler...

__________________________________________________________________________

Biraz da gülelim. :)


31 Ocak 2015 Cumartesi

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali

İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları
254 Sayfa
Puanım:★★★

   Kitapların dünyasına yeni yeni girdiğim zamanlarda duydum Sabahattin Ali'yi ve onun hakkındaki güzel yorumları duydukça ne anlattığını merak ettim. Nitekim ben de çoğu okuyucu gibi Sabahattin Ali'nin kalemiyle Kürk Mantolu Madonna ile tanıştım ve ardından da Kuyucaklı Yusuf geldi. Her iki kitabı da yüreğimde birer iz bıraktılar ve ben Sabahattin Ali'yi okudukça daha çok sevdim, sevdikçe de hayatını araştırmaya koyuldum ve gördüm ki, Sabahattin Ali'nin de değeri öldükten sonra bilinen ve yaşadığı süre boyunca sıkıntıların yakasından sıyrılamayan edebiyatçılar kervanından olduğunu. Sabahattin Ali, üzerindeki sıkıntıların baskından bunalmış bir durumda yurt dışına çıkmaya çalışıyorken faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş.

    İçimizdeki Şeytan'ı bitirmemle birlikte Sabahattin Ali'nin yazmış olduğu üç romanını da bitirmiş oldum. Bu üç romanın en belirgin özelliği, hepsinde insanın ruh dünyasına ışık tutan psikolojik çözümlemelerin olması. Bunun nedeni belki de Sabahattin Ali'nin kendi hayatının çalkantılarla geçmesidir ama yabana atılamayacak bir gerçek var ki; Sabahattin Ali, insanları ve insanların sahip olduğu karmaşık ruh hallerini çok iyi tanıyor. Kitapta da bunu öyle güzel anlamış ki, satır aralarına kelimelerden oluşmuş ruhsal durum sergileri sıkıştırmış. Okurken bu sergilerde dolaşmak, insanların sandığımızdan daha derin bir duygu denizi olduğunu görmek beni çok etkiledi.

    Raif Efendi, Kuyucaklı Yusuf gibi unutulmaz karakterlerden sonra bu kitapta yine unutulmayacak iki karakter daha çıkıyor karşımıza. Ömer darülfünunda felsefe okuyan, ara sıra gittiği postanede memurluk yapan, miskin biriyken; Macide ise Balıkesir'den İstanbul'a konservatuvarda eğitim almak için gelen ve Ömer ile Macide'nin ortak akrabalarında kalan, toplumun içinde kendi yerini bulamayan bir karakter. Bir gün Ömer arkadaşı Nihat'la vapurda yolculuk edelerken karşısında Macide'yi görür ve ona aşık olur. İşte bundan sonra olaylar gelişmeye ve Sabahattin Ali kitaptaki karakterlerin ağzından kendi düşüncelerini, deneyimlerini ve tespitlerini okuyucuyla paylaşmaya başlar.

   Kitabın ana karakterlerini birazcık irdelemek istiyorum. Ömer karşımıza sık çıkabilen biri hatta bizim kendi benliğimizde de barındırabileceğimiz özelliklere sahip. Yaptığı hataları ve yanlışları içinde yaşadığına inandığı mel'un şeytana bağlıyor, çevresindekilerin etkisi altına girip iradeden yoksun davranışlar sergiliyor. Macide ise benim bu zaman kadar romanlarda rastladığın en güçlü kadın karakterlerdendi. Varoluşsal sorunları bünyesinde barındıran, kendini iyi tanıyan ve çevresine karşı içten içe savaş veren bir kişiliğe sahipti. Bir de Macide'nin müzik öğretmeni, kitaptaki saf iyiliğin temsili Bedri var. Kitabın alegorik öğeler barındırdığını söylemem yanlış olmaz; ama aslında ben okurken gördüm ki, Sabahattin Ali, bütün karakterlerin arkasında kendisi duruyor. Kendi şeytanını, kendi yalnızlığını, kendi hayatını, kendi güçsüzlüğünü ve kendi kuvvetini yazıyor. Okuyucuya sessiz bir çığlık atıyor belki de...

    İçimizdeki Şeytan'ın diğer bir ilginç yanı, kitapta eleştirilen aydın kesimin bazı söylentilere göre gerçek kişiler olması diyebilirim. Peki, kim bunlar? Peyami Safa, Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek gibi dönemin düşünce ve siyasi yaşamında etkili olmuş kişiler. Hatta Nihal Atsız bu kitabı okuduktan sonra sert ve alaycı bir eleştiri yazmış. Ben bu durumu çok doğal karşıladım; çünkü dönemi incelediğimiz zaman (1940'lu yıllar) insanların daha çok siyasi kimliklerinden tanındığı bir dönem ve siyasi ideolojinin insanların hayatına muazzam derecede etki ettiği görülüyor. Bir de buna o dönemin tutucu ve baskıcı yapısı da birleşince hem bu kitapta belirli bir aydın kesimin eleştirilmesi, hem de bu kitaba karşı sert bir eleştiri yapılması olağan dışı değil; ama Sabahattin Ali'nin kalemi işte yine burada devreye girmiş ve her döneme hitap edebilecek düşüncelerini cesurca yazıya dökmüş. Bugünün düşünce ve siyasi yaşamından bakılınca da kitapta taşlanan aydın kesimin yerine başka ad veya adları koymak zor değil.

    Sabahattin Ali, insanı insana insanla anlatıyor. İnsanın, duygularıyla acizliğiyle güçsüzlüğüyle ve sevgisiyle bir bütün olduğunu gösteriyor. Etrafımızdaki insanların yaptıkların davranış ve tutumlardan sonra pek çoğumuzun aklına gelen 'Neden insanlar bunu yapıyor?' sorusuna, romanlarındaki karakterin iç hesaplaşmalarını göstererek ve onların dünyalarının kilitlerini kırarak anlatıyor Sabahattin Ali. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, akıcı, insanı saran lirik bir dile sahip ve bence Kürk Mantolu Madonna kadar iyi bir kitap. Kurgusal olarak pek bir şey beklenmeden, insanı derinden etkileyen cümleleri düşünerek ve o düşünceleri kendi düş tarlamızda filizlendirerek okumamız gereken bir kitap İçimizdeki Şeytan. Esen kalın efendim, bir başka kitapta görüşebilmek dileğiyle. :)
Altını Çizdiklerim
  • Evet, evet onun korkusu... İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu... Ben bu değilim... Ben başka bir şeyler olacağım... Yalnız bu korku olmasa... Ben bu değilim... Hiçbir şeyi tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam...
  • Çalmak ne demek? Ne garip kelimeler kullanıyorsun. İnsanları anlamakta hâlâ pek gerisin... Zannediyorsun ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazen ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkâr edebilirsiniz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena, yahut daha iyi yapmaz!
  • Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakâr diyoruz.
  • Dünyayı hükmetmeye hazırlanıyormuş! Dünya kim?.. Benden başka dünya var mı? Herkesin bir tek dünyası vardır, o da kendisi...
  • Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.
  • Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var... Belki pek az... Ama var... Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerinin az ve henüz kendilerini tam gösterememiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettirmez... Bugün şurada burada teker teker yaşayanlar ve çalışanlar yarın birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı: haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır.
  • İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal

   
Orhan Kemal
Bereketli Topraklar Üzerinde
Everest Yayınları
377 Sayfa
Puanım:★★★

Olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza!
 
   Bu topraklar, geçmişten günümüze kadar ne çok acı yaşadı kim bilir... Ne zulümlere, ne haksızlıklara tanıklık etti bu yorgun topraklar. Yeri geldi kendi içine çekti Anadolu'nun bağrından kopan acıyı, yeri geldi kan gibi kustu, sel aldı her yeri...

    İç Anadolu'nun yoksul ve unutulmuş bir köyünden gurbete çıkar üç arkadaş: Ali, Yusuf ve Hasan. Yusuf daha bilgilidir; çünkü daha önce Sivas'a gitmiş ve orada bir iş tutturmuştur. Ali ve Hasan ilk defa çıkarlar gurbete, düşüncelidirler. Öğretmenleri Yusuf'tur. Yusuf daha deneyimlidir, arkadaşlarına öğüt verir. Eee, dile kolay şehir görmüştür, şehir insanının ne mal olduğunu bilir. Üç yoldaşın umudu Çukurova'nın bereketli topraklarıdır. Herkese umut olan, her karışından bereket fışkıran o topraklar. Kimi kazandığı parayla gaz ocağı götürecektir memlekete, kimi de anasına bir entari. Tabii boşuna da gitmezler oraya, kendilerince dayanakları vardır. Hemşerileri orada fabrika açmış, büyük adam olmuştur. Hemşeriden daha iyisi mi olurmuş canım? Onları işe alır, onlarda üçün beşin yolunu bulurlar elbet. Böyle başlar işte üç yoldaşın, hatta "kardaşın" yolculuğu. Umutla bastıkları Adana topraklarının hayatlarına yeni bir yön vereceğinden habersizdirler.

    Orhan Kemal'in kalemiyle ilk tanışmam biraz hüzünlü olsa da gerçekleri öğrenmem daha doğrusu bildiğim sandığım şeylerin daha da fena olduğunu görmem beni çok etkiledi. Orhan Kemal yalın, süsten uzak bir anlatım kullanmış. Anlatmak istediğini hiç çekinmeden yazdığı belli oluyor. Kitap genellikle konuşmalardan oluşuyor. Tiyatrosal bir roman diyebilirim. Konuşmalar ve karakterler çok gerçekçiydi. Orhan Kemal, kitabın içinde geçen tüm konuşmaların hepsini yörenin doğal diliyle yazmış. Öyle ki, bütün yaşananlar benim yanımda oluyormuş hissine kapıldım okurken. Yusuf, Ali ve Hasan. Hepsi birer gerçekti, bütün yaşanalar gerçekti, kitaptaki kelimeler sanki birer bedene büründü de bir tiyatro sergiledi. Ama zihnimde hiç saklanamayan ve her bir satırı okudukça üzerindeki sisin dağıldığı bir düşünce vardı: Bütün yaşanan sahiden de gerçekti. Evet, belki adı Ali değil, Yusuf değil, Ahmet idi; ama birileri bu haksızlıklara uğramış, hayvandan daha aşağı bir muamele görmüş, tek derdi ekmek parası kazanmak olan bu insanlar, cehaletin dipsiz kuyularına yuvarlanıvermişti.

    Kitaptaki karakterlerin Çukurova serüvenine üç farklı çalışma alanından bakmamıza olanak sağlamış Orhan Kemal; ama çalışma ortamı değişse bile oraları işleten insanların kanlarındaki bozukluk hiç değişmiyor. Irgatbaşı işçiyi değil, ağayı ve patronu tutuyor. Ağa ve ırgatbaşı has ekmek yerken ırgatlara kuru ve kurtlu ekmek yedirtiliyor. İktidarın ve gücün insanı sersemleten etkisi burada da işliyor.  Irgatların cahilliği ise onların kazandıkların üç beş kuruşu orada burada savurmalarına neden oluyor. Kısacası düzen böyle gelmiş böyle gidiyor. Kimsenin başkaldıracak bir gücü, bir isteği yok. Başkaldıranın ayağı anında kaydırılıyor. Toprak ağaları emekçinin elinden para kazanmaya bakarken ırgatbaşı, kendisi de ırgat iken ne görmüşse onu uyguluyor. Bunları okurken şu soruyu sordum kendime: Günümüzde ne değişti peki? Sorunun cevabı basit: Hiçbir şey. Günümüzde de bu çarpık düzen takır takır işliyor. Kirli makineler, para babaları açgözlü bir yaratık gibi insanları bir bir yutuyor. İnsanların isimleri değişse bile düşünce yapısı genetik miras gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyor.

    Peki kitapta hep mi acı, hep mi hüzün var? Küçücük de olsa umut kırıntısı yok mu? Tabii ki var. Orhan Kemal, yaşattığı karanlık dünyanın içinde kalan küçük umut ışıklarından da bahsetmiş. Aslında doğru yolu; yani insan nefsine ve şahsiyetine sahip çıkarsa hiç değilse onurlu bir hayat yaşayabileceğini göstermiş. Bu kadar lakırdıyı ve biraz da iç döküşe dönen yazıyı toparlamam gerekirse, bu kitabı herkes okumalı, en azından yaşanmış veya yaşanmışa yakın olaylara canlı tanık olamasak bile zihinsel  olarak tanıklık etmeliyiz diyorum. Ben bu kitaptan aldığım tat ile Orhan Kemal'in yapıtlarını okumaya devam edeceğim inşallah. Sağlıcakla kalınız. 

15 Ocak 2015 Perşembe

Parfümün Dansı - Tom Robbins


Parfümün Dansı
Tom Robbins
Ayrıntı Yayınları
Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak
362 Sayfa
Puanım:★★★

    Parfümün Dansı... Nasıl anlatsam, ne desem bilemiyorum. Hayatımda okuduğum en sıra dışı, en tuhaf ve en çılgın kitaptı. Tom Robbins, sen neymişsin, beyninde nasıl bir hayal gücü dolaşıyormuş! İyi, kötü, biraz karanlık, biraz aydınlık, hem ahlaklı hem uçarı, oturaklı olmasına karşın bir o kadar da deli bir kitap. Usta bir aşçının elinden çıkmış gibi.

   Kitaba başlamadan önce kitap hakkında çok şey duydum ve okudum. Beğenen kadar beğenmeyen de vardı. Açıkçası ben de neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek şey, ölümsüzlük düşüncesi etrafında yazılmış roman olduğuydu Parfümün Dansı'nın. Nitekim de öyleydi. Ama bir eksik vardı, o da koku metaforunun da ölümsüzlükle aynı derecede kitabın içinde kendine yer bulmasıydı. Küçük bir İskandinav topluluğunun kralı olan Alobar, ülkesinde krallığın verdiği keyif ve rahatlıkla yaşarken bir gün saçlarında bir telin beyazladığını görür. Alobar'ın yaşadığı toplumun töresinde kesin bir kural vardır ki bir kral, yaşlılık belirtisi gösterdiği zaman halkın refahı için bir törenle zehirli yumurta yedirilerek öldürülmek zorundadır. Alobar ölmek istemez, toplumunun kurallarına karşı çıkar ve ölümü yeneceğine inanmaya başlar. Bu düşünceyle birlikte ölümsüzlüğü aramak için masalsı ve eğlenceli bir yolculuğa çıkmaya karar verir. İlk hedefi Doğu'dur. Yolculuğu sırasında da Yunanistan'da zevkin ve çobanların tanrısı Pan ile tanışır. Bundan sonra da yolculuğu daha absürt hale gelir. Hindistan sonra tekrar Avrupa, en sonunda da Yeni Dünya'ya uzanan ölümsüzlük ve bilgelik yolcuğu  sürüp gider. Tabii bir de onda ölümsüz aşkı bulduğu Hintli Kudra vardır.

    İlk sayfa ile beraber okuyucuyu farklı ve mizahi bir üslup karşılıyor. Kelimelerle zekice oynanmış, temposu asla düşmeyen bir üsluba sahip Tom Robbins. İtiraf etmem gerekirse başta bu farklı dünyaya giriş biletimi almakta zorlandım; ama içine girdikten sonra da çıkmak istemedim. Okudukça güldüm, okudukça düşündüm. Ölümsüzlüğe bile inanmaya başladım. Aslında yazarın da amacı buydu bence. Kitabın kapağını kapattığında okuyucuya ölümsüzlüğü inandırmak, hayatın ne ciddiye alınacak ne de alaya alınacak bir olgu olduğunu öğretmek, bir başka deyişle hayatı koklatmak. İnsan yaşarken de ölümsüzlüğü hissedebilirmiş meğer.

    Kitabın birçok yere ateşli bir ok fırlattığını söylemeden geçemeyeceğim. Susmak bilmeyen bir anne gibi. Sürekli konuşuyor, konuşuyor ama söylediklerinin hiçbiri boş şeyler değil. İçi bilgelik ile doldurulmuş sözler. Okudukça yeni kapılar açıyor, eskimiş kapıları birer birer kapatıyor. Kitap hakkındaki eleştirileri okurken bir kaç yerde Simyacı ile birlikte adının geçtiğini gördüm. Simyacı'yı ben pek beğenmemiştim. Kişisel gelişim kitaplarının öyküleştirilmesi gibiydi; ama bu kitapta asla böyle bir şey yok. Kitabın bir ruhu, bir ahengi var. Okudukça hayatımda yeni bir pencere açıldığını hissettim. Önce o pencereden soğuk bir rüzgâr ve alelade kötü bir kokuydu. Kelimelerin rüzgârı devam ettikçe koku değişti, rüzgar ruhumu okşamaya başladı. Burnum da ise K23'ün kokusu vardı. Pan'ın kokusunu bastırmak için Alobar'ın yaptığı o tuhaf ve gizemli koku.

    Bilgelik ile uçarılık arasında top sektirirken toplum teyzenin camına topu atmaktan hiç çekinmemiş Tom Robbins. Evet, toplum teyzedir; çünkü kendisini sıradanlık ununa batırıp yozlaşmış yağ ile kızartmıştır. Başka insanların hayatlarından oluşan bir iple örgü örerken oyalanıp durur. Torunlarına da yağı azaltılmış, diyet bir kültür ikram eder.***

   Benim, kitapta  Alobar'dan sonra dikkatimi en çok çeken karakter Pan'dı. Pan, Yunan mitolojisinde zevk ve şehvetin simgesi, altı keçi üstü insan olan bir Tanrı. Alobar'ın peşinden önce Fransa'ya daha sonra da Yeni Dünya'ya yani Amerika'ya gider. Pan'ın yolculuğuna bakılırsa, önce uygarlığın kurulduğu yer olan Yunanistan'da doğmuştur, sonra aydınlanmanın yaşandığı Fransa'ya gitmiş, en sonunda da 20. yüzyıldan beri dünyanın hem siyasi hem de kültürel efendisi(!) Amerika'dır. Bunu kullanarak inceden okuyucuya mesaj vermesi çok hoşuma gitti. Medeniyet neredeyse şehvet de haz da orada. İşin ilginç yönü ise Hristiyanlıkta Pan'ın görüntüsü İblis'i temsil etmektedir. Benim ilgimi çeken diğer nokta ise kitaptaki bir bilge, insanın doğa ile arasındaki bağın kopacağını söyler. Şu an baktığımızda bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Şu an önümüze çeşitli ağaçların yapraklarını koysalar, taş çatlasa iki ya da üç tanesini bilebiliriz ama elimize ünlü markaların logolarının olduğu resimler verseler, hiç duraksamadan hepsini sayabiliriz.

   Kitabın çevirisindeki titizlik ve ustalıktan bahsetmezsem çevirmene haksızlık yaparım. Okuduğum en iyi çevirilerdendi. Yazarın dilini çok başarılı bir şekilde Türkçemize kazandırmış çevirmen. Kutlamak gerek. Yayın evinin diğer artısı ise arka kapak yazısı; çünkü ne yazmışlarsa bire bir okuyorsunuz. Süslü ve abartılı arka kapak yazısı yazan yayın evlerine duyurulur.

    Son olarak kitabı okumamda vesile olan İkizlerle Okuma Halleri blogu sahibine de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Esen kalın. :)

Not: *** Bu paragrafı Tom Robbins'ten öykünerek yazdım. Belki okumak isteyenlere fikir verebilir. :)

Altını Çizdiklerim
  • Bir insan, birçok şey olabilir. Belki de her şey olabilir.
  • Her şeyimiz var. Hepimizin. Her zaman var. O halde arzu etmek gereksizdir. Arzunun heyecanını ve hayal kırıklığını ortadan kaldırmak için, isteyebileceğimiz her şeyin, ihtiyacımız olabilecek her şeyin, ihtiyacımızı olabilecek her şeyin zaten bizde de var olduğunu anlamamız gerek, uyanmamız gerek.
  • Arzularımızla özdeşleşince, onları fazla ciddiye alınca, yalnız hayal kırıklığına karşı duyarlılığımızı arttırmakla kalmıyoruz, ayrıca o arzuların serbestçe ve kolayca yerine gelmesini zorlaştıracak bir atmosfer yaratıyoruz.
  • Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulmaz biri yapmasıdır.
  • Ölüm herkesin çorbasındaki sinektir. Ölümü insanoğlu hiçbir zaman kabullenememiştir, bugün ise, eskisi kadar bile kabullenmemektedir.
  • Umudum şu: Bazı bireyler her zaman sanatsal ve sosyal döngünün dışına çıkabilmişlerdir. İşte bireye duyduğum sevgi ve saygının, genel olarak insanlığa duyduğum sevgi ve saygıdan daha büyük olmasının nedeni budur.
  • Hayır dostlarım, beni rahatsız eden... Özgün yaşantının yokluğu. Her şey o kadar sahte ki. Her şey yapay, sentetik, sulanmış ve standardize olmuş.

...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...