26 Temmuz 2014 Cumartesi

Angela'nın Külleri - Frank McCourt

Angela'nın Külleri
Frank McCourt
Epsilon Yayınevi
Çeviren: Neşe Olcaytu
458 Sayfa
Puanım:★★★
23. Kategori (10 puan): Mektuplardan veya anılardan oluşan bir kitap.

   Bazı kitaplar vardır, o kitaplar sağlam bir kurgunun üzerine yazılmıştır. Kurgunun gerçekçiliği karşında bazen ''Acaba bütün yaşanan olaylar, acılar ve hüzün gerçek mi?'' diye sorarım kendi kendime. Çünkü o kadar güzel anlatılır, o kadar güzel tasvirler kullanılır ki yazılanları okuyucu bir bir yaşar; ama Angela'nın Külleri'nde ise durum farklı. Bütün bu yazılan anılar ve bu acılar gerçek. İşte gerçek olması da kitabın en güzel yanı bence.

    Bu seferki yolculuğumda küçük Frank'ın gözünden 1940'lı yılların İrlandası'nın o yoksul ve sefalet dolu ortamına tanıklık ettim. Frank, Amerika'da doğar ama ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle bir umutla İrlanda'ya gelirler fakat hayatları burada da istenildiği gibi gitmez. Sorumsuz bir alkolik babanın ve her koşulda bile sigaraya para bulan annenin çevrelediği ailede işler her gün daha da kötüye gider. Açlık ve yoksulluk her gün biraz daha fazla hissedilir. Öyle ki Frank'ın küçük kardeşlerine süt yerine su verilir ama bazen su içine katılacak şeker bile bulmak zorlaşır. Ayrıca koyu bir Katolik çevrede de yetişmek hiç kolay değildir. Okulda soru sormanın bile yasak olduğu, tek bir soru sorarsan dayak yiyebileceğin öğretmenlerden eğitim almak git gide zorlaşır küçük Frankie için. Kısa süreli işe girip aldığı tüm paraları içkiye yatıran baba ise her akşam eve sarhoş ve İrlanda şarkıları söyleyerek gelir. Ama tüm olumsuzluklara rağmen Frank'ın kardeşleri ile arasındaki bağ çok güçlüydü. Her zaman kardeşlerini düşünmesi, aç kalmasınlar diye hırsızlığı bile göze alabilmesi beni çok etkiledi.

McCourt Ailesi
   Kitapta İrlandalıların İngilizlerden ne kadar nefret ettiği, ekonomik düzeyin doğurduğu katı ayrımcılık ve insanların yoksuluğun verdiği acıyı, dine sıkı sıkı bağlanarak kendilerini avutmaya çalışmaları açık bir şekilde gözler önüne serilmiş. Durum o kadar kötü bir halde ki bazen Frank'ın yoksul oluşu ona belki umut olabilecek Kilisenin kapılarını bile kapatıyor. Ama bu kadar kötü duruma karşı Frankie o sımsıcak ve samimi yüreğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Saf ve temiz bir bakışla çevresinde olanları seyrediyor. Yeri geliyor evin merdiveninin yedinci basamağındaki küçük meleğiyle dertleşiyor. Kardeşleri ile oyunlara dalıyor. Günler açlıkla geçiyor, küçük Frankie büyüyor. O büyüdükçe hayata bakışı, hayalleri değişiyor. Biz de okudukça onun küçük dünyasına şahitlik ediyoruz. İnsanın zaman ilerledikçe ve hayat tecrübesi kazandıkça düşüncelerinin nasıl değiştiğini bir kez daha anlıyoruz.

    Kitabın dehşet verici bir kurgusu ya da nasıl diyeyim merakta bırakacak, yok artık dedirtecek olayları yok. Yoksul bir insanın belki de sıradan bir hayatını anlatıyor; ama öyle bir samimi bir dille yazmış ki Frank McCourt, kitap kendini okutuyor. Bazen yüzümde küçük gülümsemeler olurken bazen  de beni epeyce duygulandırdı. Ağlarken güldürmeyi de başarabilen ender kitaplardan. Ufak bir öneride bulunmak istiyorum, yüreğinin kaldırabileceğine inanmayanlar şu anlık hiç bu kitaba bulaşmasınlar ama yine de Pulitzer ödülü almış samimi kitabı herkesin okuması gerektiğinin kanısındayım. Yediğimiz bir lokma ekmeğin bile ne kadar kıymetli olduğunun, halimize her ne olursa olsun şükür etmemiz gerektiğinin bize çok iyi anlatıyor. Dünyanın çoğu yerinde insanlar çok acı çekiyor ve biz bunu bazen unutuyoruz. Bu durumu her zaman aklımızın bir köşesinde bulundurursak belki de hayattan memnuniyetimiz daha da artar, elimizdekilerin kıymetini kaybetmeden anlayabiliriz. Benim gözümde kitabın küçük bir olumsuz yanı vardı. Okurken hiçbir şekilde sıkmıyordu ama kapağı kapattıktan sonra bir daha elime alma isteği uyandırmadı. Sanırım bundan dolayı da okumam birazcık zaman aldı ya da düşen okuma hızıma laf söyletmemek için suçu kitaba yüklüyorum. Bilemeyiz, olur mu olur. :)

Frank - Michael - Aphie - Malancy McCourt Kardeşler

   Son olarak yayınevine bir sitemde bulunmak istiyorum. Kitabın bir kaç yerinden basım hataları ve bazı kelimelerde eksik harfler vardı.  Bir çok kitap basmış ve bir tecrübeye sahip bir yayınevinin özensiz baskısı, bir okuyucu olarak beni çok rahatsız etti açıkçası. Daha özenli olunabilir, okuyucu bu baskıdan daha memnun ayrılabilirdi. Neyse lafı daha fazla uzatmadan gideyim ben. Esen kalın efenim, keyifli okumalar. :) 

Francis "Frank" McCourt, (d.19 Ağustos 1930-ö.19 Temmuz 2009) 

İrlanda asıllı, ABD'li öğretmen ve Pulitzer ödüllü yazar. New York, Broklyn'de doğdu ancak küçük yaşta ailesi ile beraber İrlanda'ya geri döndü. Frank McCourt 11 yaşındayken babası onları terk etti. Ailesine, özellikle de annesine yardım etmek isteyen Franky 13 yaşında eğitim hayatına veda etti. 19 yaşında New York'a gittikten ve askerliğini yaptıktan sonra yarım kalan eğitim hayatına New York üniversitesin'de devam edebildi. Newyork'taki pek çok lisede kompozisyon öğretmenliği yaptı. İrlanda 'daki gerçek yaşamı anlattığı, müzikal oyun büyük başarı kazandı. Kardeşiyle birlikte oynadığı bu oyunu, bir çok eser izledi. Çocukluk yıllarını anlattığı eseri '' Angela'nın Külleri '' dünyanın her yerinden büyük bir okuyucu kütlesine ulaştı.Bir çok dile çevrildi. Çok büyük bir başarı kazanan bu eser, pek çok ödül aldı. Büyük bir yoksulluğun anlatıldığı bu roman, yazarın kalemini kullanmasındaki ustalık, yazılarına aktardığı sevecenlik, ince mizah, umut sayesinde, eserindeki kahramanlarına yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen, kurtuluş ümidi getirmiştir.

3 Temmuz 2014 Perşembe

Solaris - Stanisław Lem

Solaris
Stanisław Lem
İletişim Yayınları
Çeviren: Mehmet Aközer
236 Sayfa
Puanım:★★★
   
Bilim kurguya çocukluğumdan beri hep ilgi duymuşumdur. Küçükken bilim kurgu olan veya ona yakın  çizgi filmleri büyük ilgiyle izlerdim. Yaş ilerledikçe ve sinemayla tanışınca da bilim kurgu filmlerini izlemeye devam ettim; çünkü günümüzde teknolojiden daha ileri seviyedeki bir teknoloji, yıldızlar arası seyahatler ve tabii ki olmazsa olmaz farklı yaşam türleri benim hayalperest dünyama ilaç gibi geliyor. Bu kadar bilim kurguya ilgi duymama rağmen bilim kurgu edebiyatına hiç el atmamıştım. Sadece H.G Well'in Zaman Makinesi eserini okumuş, onu da çok sevmiştim. Bir gün kitapçıda gezerken Solaris dikkatimi çekti. Arka kapak yazısını okuyunca da oluşan alma içgüdüsüne karşı koyamadım ve kitabı hemen aldım. İyi ki de almışım. Aslında Bilim kurgu edebiyatı altyapım pek yok. Bu yüzden Solaris'i bitirince biraz ağır bir giriş yaptığımın farkına vardım ama ne olursa olsun ben bu kitabı çok sevdim.

   Kitap, Stanisław Lem'in ne denli büyük bir hayal gücüne sahip olduğunun kanıtı. Lem'in beyin kıvrımlarından çıkan özgün gezegenin adı Solaris. Solaris baş kahramanımız Kevin'ın doğumundan 100 yıl önce keşfedilmiş, yüzeyi tamamıyla okyanusla kaplı, biri kızıl diğeri mavi ikili yıldız sisteminin çevresinde dönen bir gezegen. İkili yıldız sistemine sahip gezegenlerin yörüngeleri kararsızlık gösterirken Solaris tamamıyla kararlı bir yörüngeye sahip. Bu özelliği sayesinde bütün bilim çevrelerinin dikkat odağı haline geliyor ve gezegeni araştırmak için hummalı bir çalışma başlatılıyor. Tabii ki akla gelen ilk soru olan ''Acaba gezegende yaşam oluşmuş mudur?'' bilim dünyasını meşgul  ediyor. Araştırmalar sonucu canlı yaşamın olmadığına kanaat getirilmişken birden okyanusun tepkileri ve davranışları sonucunda okyanusun tamamen bilinçli bir canlı organizma olduğu kuramı ortaya atılıyor. Bundan sonra ise çalışmalar okyanusu tanımlayabilmek ve onunla iletişim kurmak için devam ediyor ama işler varsayıldığı gibi gitmeyince araştırma ilgisini kaybediyor. Bundan sonra da gezegeni araştırmada görevli bilim adamı sayısı sadece dörtle sınırlı kalıyor. Bu dört bilim adamı olaylara farklı yerden yaklaşarak okyanusla iletişime geçmeye çalışıyorlar; ancak işler çok farklı yönlere kayıyor. Okyanusun sırlarının saklı olduğu kapı yavaş yavaş aralanıyor. Sonrasında ise müthiş bir gelirim, psikolojik ve felsefi unsurlar ile örülmüş sayfalar akıp gidiyor.

   Solaris öyle bildiğimiz bilim kurgulardan değil. Bol macera, ışın kılıçları ve Dart Vader gibi kötü adamlar yok. Daha çok felsefi ve psikolojik yönlere sahip ama bu demek değil ki içinde gerilim, merak  yok. Fazlasıyla var; ben okurken bir çok yerde gerildiğimi hissettim. Hem gerildim hem de düşündüm. Kitabın okuyucuya düşündürdüğü sorular şunlar: ''İnsanoğlu dünya dışı akıllı bir varlıkla karşılaşırsa iletişim kurabilecek mi?'' ve ''Niçin başka gezegenlerde yaşam aramaya bu kadar meraklıyız?'' Çünkü daha kendi gezegenimize sahip çıkmamış durumdayken, atmosferi kirletip buzulların erimesini sağlarken, Dünya'nın akciğerleri olan ormanları sırf para uğrana bir bir yok ederken bizim başka gezegenler ne haddimize diye düşüncelere sevk etti. Gerçekten de insanoğlu daha insan olduğunun bilincine varamadığı, hatta aynı kültür değerlerine sahip toplumun bile kendi içinde ayrıştığı bu zamanlarda bence başka bir gezegen, başka bir dünya insanoğluna çok. İnsan her ne kadar akıllı bir varlık olsa da bir o kadar da ilkel bir yaratık. Önce insan olduğumuz bilincine varmalıyız sanırım.

   Kitabı bitirince içimde evren hakkında bayağı bir merak oluştu. Ben de bu merakımı gidermek için ufak çaplı araştırmaya koyuldum. Elde ettiğim bir kaç bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum. Öncellikle Güneş'inde içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi 200 ile 400 milyar arasında değişen yıldız barındırıyor. Bu yıldızların etrafında dönen en az 100 milyar gezegen olduğu tahmin ediliyor ve bunların yaklaşık olarak 17 milyarının dünyaya benzeme ihtimali çok yüksek. Gözlenebilir evrenin en uç noktası ise bize yaklaşık 15 milyar ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. Ne kadar muazzam bir yapı olduğu su götürmez bir gerçek.

   Yine uzun bir yazı oldu ama son olarak kitabın çevirisinden bahsedeceğim. Tamam, kabul ediyorum bir bilim kuru kitabını çevirmek çok zordur; ancak neden çoğu olumsuz konuşma paragrafı 'yo' ile başlar. Sebep neydi ki? Okurken bir andan sonra o kadar rahatsız edici geldi ki sürekli yo yo demek. Neyse daha fazla sinirlenip yazımı baltalamıyayım. Evet sevgili dostlar, bana ayrılan bir sürenin daha sonuna geldik. Bana bu yazıyı yazdıran Stanisław Lem'e teşekkürlerimi sunuyorum. En kısa zamanda Aden'i okuyacağım. Huzur içinde yat. Herkese iyi okumalar. :)




Stanisław Lem (12 Eylül 1921; Lwów, Polonya - 27 Mart 2006, Krakow) 
Bilim kurgu türünün en tanınmış yazarlarından, Solaris’in yaratıcısıdır. 1941 yılına kadar Lwow’da tıp öğrenimi gördü. Lem, II. Dünya Savaşı yıllarında otomobil tamirciliği, elektrik teknisyenliği ve kaynakçılık yaptı. Savaş döneminde Nazi kamplarında kaldı. 1946'da Krakow'a yerleşti ve tıp eğitimini tamamlayarak doktor oldu. Aynı yıllarda şiir yazmaya ve bilimsel yöntem üzerine kuramsal araştırmalara başladı. 1950’lerde bilim kurgu türüne yönelen Lem’in ilk kitabı ‘Kazanılan Zaman’ 1955’te yayımlandı. Bilim kurgu kitapları yazdığı ilk yıllarda modern bilimle hümanist ahlakı birleştirmeye çalıştı. Daha sonraları "Yıldız Günceleri-1957" gibi kitaplarıyla parodik metinler üretti. Yazarın başyapıtı sayılan Solaris, Andrei Tarkovski tarafından 1972’de, Steven Soderbergh tarafından da 2002’de filme çekildi. ‘Solaris’te, iletişimin ne olduğunu sorgulayan Lem’in metinlerindeki ortak nokta “ironi” duygusu oldu. Ursula K. Le Guin ve Philip K. Dick’le birlikte bilim kurgu edebiyatının “ciddiye alınmasını sağlayan” yazarlar arasında sayılan Stanislaw Lem, felsefeye ve dilbilime esin kaynağı olarak görülen metinler üretti. Lem’in Lehçe yazdığı kitaplar 40’tan fazla dile çevrildi ve yaklaşık 27 milyon adet sattı. Türkçede eserleri İletişim Yayınları ve Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlanmaktadır. Stanislaw Lem, 84 yaşında 27 Mart 2006'da Krakow'da hayata gözlerini yumdu.
Kaynak: Vikipedi

1 Temmuz 2014 Salı

Kırmızı Pazartesi - Gabriel García Márquez

Kırmızı Pazartesi
Gabriel García Márquez
Can Yayınları
Çeviren: İnci Kut
107 Sayfa
Puanım: ★★★
   
   Kırmızı Pazartesi benim ilk Gabriel García Márquez okumamdı. Maalesef  yazarı geçen aylarda yitirmiştik. Gerçek anlamda edebiyatçıları bir bir yitiriyoruz; ama yeni yazarlardan ne kadarı gerçek anlamda edebiyatçı? Bu durum günümüzde çok tartışmalı bir durum.

“Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.” 
    
   Bu seferki hikayemizin konusu bir cinayet; fakat salt bir polisiye gibi olay örgüsü,  vs. yok. Kitabın baş karakteri Santiago Nasar'ın öleceği daha ilk cümleden belli ama bu durum kitabın okunabilirliğini hiç azaltmıyor. Aksine bir cinayet nasıl göz göre göre işlenir, buna şahit olunuyor. Şahit olunuyor dedim; çünkü olayın anlatış şekli çok kuvvetli ve ben okurken birazcık belgesel izliyormuşum tadı aldım. Belgesel tadı almamın nedeniyse şöyle: Yazar, olayı anlatırken cinayetin işlendiği kasabada yaşayan ve bu cinayete tanık olanların söylediklerinden alıntılar yapmış. Kitabın işleyişine de bu alıntıları serpmiş ve çok farklı, bana göre sıra dışı bir anlatım olmuş. Bu sebeple okurken sanki televizyon karşında 'Santiago Nasar'ın Ölümü' adlı belgeseli izliyormuşum gibi hissettim. Farklı bir okuma deneyimiydi benim için. 

“Kader bizleri görünmez kılar.” 
   
   Kitapta işlenen cinayet bir namus cinayeti. Bu tip cinayetlere biz toplum olarak çok aşinayız. Herkes biliyor ki bu cinayetlerin çoğu göz göre göre işleniyor. İşte bu kitapta da aynen böyle oluyor. Cinayet adım adım gelirken kimse kılını kıpırdatmıyor. Nasıl olsa biri halleder düşüncesi sahip toplum, cinayetin işlenmemesi için hiç bir şey yapmıyor. Okurken kasabalılara epeyce bağırdım. Bu kadar da olmaz. Bir baba yiğit yok muydu durun diyecek? Tamam, Nasar öyle sütten çıkmış ak kaşık, annelerimizin kıyas parametresi olan komşu çocuğuna aday biri değildi; ama sonuçta bir insandı. Bence suçu ne olursa olsun, kimse ölmeyi hak etmez. Bu kadar lakırdıyı bir sonuca bağlarsam gerekirse, yazarımız toplumsal uyuşukluğu başarı bir şekilde satır aralarına yedirmiş.   
   
   Kitabın bende oluşturduğu tek olumsuz taraf, başlarda birazcık olayın ağır işlemeseydi. Ama kitap sayfaları ilerledikçe ve olaya aşina oldukça kitabın okunması çok daha kolaylaştı. Küçük bir bilgi daha vereyim. Kitaptaki olay, Gabriel García Márquez'in çocukken tanıklık olduğu gerçek bir cinayete dayanıyor. Evet, bana ayrılan bir sürenin sonuna daha geldik. Kalemden sevgilerle. Herkese keyifli okumalar. :)

   Son olarak herkese hayırlı Ramazanlar diliyorum. Bereketli, bol dualı ve tabii ki bol okumalı bir Ramazan olması dileğiyle. :)

...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...